Yalçın Polat, son yüz yılın en zengin adamlarından biriydi. Dünyanın en zengin insanlarını geride bırakmış, zirvede oturuyordu. Bu çağın "imparatoru" olarak adlandırılan Yalçın, teknoloji, enerji, finans, emlak, sağlık, medya, eğlence, perakende, gıda ve içecek, lojistik ve taşımacılık gibi birçok sektörde başarılı bir şekilde ilerliyordu. Tüm bu sektörler, DenizEntrecorp'a bağlıydı.
Teknolojide en ünlü ana bilgisayar programını geçerek Türkiye'yi uluslararası arenada temsil eden Yalçın, aynı zamanda dört çocuk babası, mutlu bir aileye sahipti. İsmi her yerde biliniyor, başarılarının sınırı yok gibiydi. Artık zirvedeydi ve istediği her şeye ulaşmıştı. Fakat ne yaparsa yapsın, bu ona yetmiyordu. Daha fazla başarı peşindeydi.
Yeni hedefi, havacılık ve uzay sektörüne girmekti. Bunun için büyük bir açılış hazırlamış ve yeni projelerinin başlangıcını yapmıştı.
Konuşmasında, DenizEntrecorp'un uzay araştırmalarında devrim niteliğinde bir proje başlattığını duyurdu. Dev ekranlarda, yeni geliştirilen uzay aracının simülasyonları ve maketleri sergilendi, bu da katılımcılar arasında büyük heyecan uyandırdı.
Sonrasında, sektörün önde gelen isimleriyle bir panel düzenlendi ve geleceğin uzay teknolojileri üzerine derinlemesine tartışmalar yapıldı.
DenizEntrecorp'un standı, fuar alanında büyük ilgi gördü; burada şirketin en son teknolojileri sergilendi ve birçok stratejik iş birliği görüşmesi gerçekleştirildi. Ağ oluşturma oturumlarında, Yalçın Polat, dünya çapındaki CEO'lar ve yatırımcılarla önemli temaslar kurdu. Zirve, DenizEntrecorp'un sektördeki lider konumunu pekiştiren bir basın toplantısıyla devam etti ve gala yemeğiyle sona erdi, burada katılımcılar ilişkilerini daha da güçlendirdi.
Tam o anda, salonun ortasında her zamanki gibi gördüğü manzarayı tekrar karşısında buldu. Babası, üzgün bir şekilde ona bakıyordu, boynu bükük. Yalçın, şaşkınlıkla babasının orada ne yaptığını anlamaya çalıştı; babasının nasıl oraya geldiğini bilmiyordu. Hızla ona doğru yaklaştı ve endişeyle sordu:
“Baba, nasılsın? Burada ne yapıyorsun?”
Babası her zamanki gibi cevap vermedi, gözlerini ondan kaçırıyordu. Yalçın, babasına saygıyla yaklaşarak onun kollarını nazikçe tuttu.
“Baba, neden cevap vermiyorsun? Söylesene, hep aynı şeyi yapıyorsun, neden konuşmuyorsun baba?”
Salondaki herkes, sessizce bu olayı izliyordu. Babası aniden sırtını dönüp yürümeye başladı, arkasına bakmadan. Yalçın çaresizce arkasından bağırdı:
“Baba, söylesene neden konuşmuyorsun? Ne yaptım?”
Ancak babası tek kelime etmeden uzaklaştı. Yalçın, etrafa bakındı, ama babası ortadan kaybolmuştu. Acaba bu, sadece bir halüsinasyon muydu?
Yalçın, telefonu çıkarıp babasını görüntülü aradı. Ekranda bağlantı sağlandığında, karşısında kendisini çocukken gördü. Küçük Yalçın, bir kırda babasıyla birlikte büyük bir taşın üstüne oturmuş, babasını dinliyordu. Babası, sakin bir sesle bir hikaye anlatmaya başladı.
“Oğlum, bir ceviz kurdu varmış. Bu kurt, ceviz kabuğunda küçük bir delik açar ve içeri girermiş. İçeride kendine yiyecek bulur, cevizden yedikçe büyürmüş. Büyüdükçe kabuğun dışına çıkmak istermiş ama bir sorun varmış: Delik artık ona küçük gelirmiş.
Kurt büyüdükçe, ceviz de sertleşir, kururmuş. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, o deliği genişletemezmiş. İçeride sıkışıp kalmış. Tek çaresi aç kalmakmış. Zayıflamayı bekler, eski küçük haline dönermiş.
Bir gün kurtçuk o delikten çıkmayı başarmış ama artık çok geç olmuş. Dışarı çıktığında mevsim değişmiş, kış gelmiş. Ne yiyecek bir şey bulabilmiş ne de sığınacak bir yer.
İnsanlar da bazen bu ceviz kurduna benzer, oğlum. Hayatları boyunca hep daha fazlasını isterler, büyüdükçe büyürler. Fakat bir gün, o hırsları onları sıkıştırır, çıkış yolunu bulmak zorlaşır. O an geldiğinde fark ederler ki, hayatın en güzel zamanları geride kalmıştır. Elde kalan ise sadece zor bir sonbahar ve belki de sert bir kıştır.”
Telefon aniden kapandı. Yalçın, ne olduğunu anlayamıyordu. Az önce geçmişinden bir kesit mi görmüştü?
Şaşkınlıkla tekrar aradı. Bu sefer yanıt alındı ve ekranda kendisini biraz daha büyümüş halde gördü.
Görüntüde, bir masada oturuyordu; karşısında ise babası öfkeyle ayakta duruyordu. Yalçın’ın başı öne eğilmişti, sanki suçluluğunun ağırlığı altında eziliyordu.
“Nasıl bunu yaparsın, oğlum? Neden hırsızlık yaptın? Buna değer miydi? Beni komser Ali amcana karşı nasıl mahcup ettiğini biliyor musun? Neden benden istemedin, ben sana her şeyi alırdım. Seni böyle mi yetiştirdim oğlum? Bir Müslümana bu yakışır mı?”
Yalçın, başını hafifçe kaldırarak cevap verdi, içinde biriken öfkeyi serbest bırakarak:
“Baba, senin bunları alacak gücün yoktu! Görmüyor musun? Her şey parayla dönüyor bu dünyada. Ne kadar paran varsa o kadar güçlüsün, o kadar mutlusun, ve ancak o zaman saygı görüyorsun. Hem, Müslüman güçlü olmak zorunda değil mi?”
Babası sanki bir darbe yemiş gibi sarsıldı, yıkılmış gibiydi. İçinden derin bir üzüntü geçti:
“Keşke ölseydim de bu sözleri senden duymasaydım,” diye mırıldandı. Kendi kendine düşünmeye başladı.
Bir oğlu daha vardı, ama o Yalçın gibi değildi. Beş parmağın beşi bir olmaz, dedi kendi kendine. Diğer oğlu namazında niyazındaydı, daima şükreden, yardımsever biriydi. Almak yerine vermeyi tercih ederdi. Ama bunları Yalçın’a söylemek istemedi, aralarına kıskançlığın girmesini istemiyordu. İçindeki derin hüzünle sessiz kaldı.
Babası, Yalçın’a derin bir sesle nasihat etmeye başladı:
"Oğlum, bu ümmet başa gelerek bu hale gelmedi. Atalarımız vererek, fedakarlık yaparak bu dini yükselttiler. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman gibi büyük sahabeler, servetlerini bu din için harcadılar. Onlar zenginlerdi, ama zenginliklerine rağmen dünyalık hırsına kapılmadılar. Her şeyin hayırlısını dilemek önemlidir, oğlum. Ama senin gözlerinde iyilik değil, hırs görüyorum.
Hırs insanın kalbini karartır ve onu sürekli doyumsuz yapar. Ne kadar çok şeye sahip olursan ol, hep daha fazlasını isteyeceksin, ama bu seni mutlu etmeyecek.
Hırs, Allah'a olan güvenini zedeler ve seni manevi olarak zayıflatır. Hayatta kanaat etmek, şükretmek en büyük zenginliktir. Elindekilerle yetinmeyi bilmezsen, dünya peşinde koşarken ahiretini kaybedersin. Peki madem oyle sana bir hikaye anlatim.”
Babası, Yalçın'a ibret verici bir hikaye anlatmaya başladı:
"Salebe adında biri vardı, Peygamber Efendimiz (sav) zamanında yaşardı. Salebe, fakirdi ama her gün Mescid'e gider, ibadet ederdi. O kadar sık giderdi ki, Peygamberimiz ona 'Mescidin Güvercini' lakabını vermişti.
Ancak Salebe, zengin olmayı çok istiyordu. Bir gün Peygamberimiz’den dua etmesini istedi, 'Allah bana mal verirse, hakkını veririm' dedi. Ama Peygamberimiz ona 'Az malın şükrü, çok malın şükründen daha kolaydır' diyerek uyardı.
Belirli bir zaman geldi Salebe daima ısrar edince, Peygamberimiz onun için dua etti ve Salebe zengin oldu. Ama zenginleştikçe, ibadetlerini yavaş ihmal ve terk etmeye başladı, sonunda zekat istenince onu bile vermedi.
Bunun üzerine Allah, Kur’an’da onun hakkında bir ayet indirdi, ona mal verildiğinde cimrilik eden ve sözünden dönen birisi olarak anıldı. Salebe, pişman olup zekat vermek istedi ama Ancak Resulüllah üzüntülü bir eda ile, "Senin yardımını alamam artık Salebe, malınla geldiğin yere dön!" buyurdui.
Salebe, ömrünün sonunda bile kabul edilmeyen bir zekatla, büyük bir pişmanlık içinde bu dünyadan geçip gitti.
Telefon ekranı aniden kapandı. Yalçın Polat, şaşkınlık içinde etrafına bakınıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kalbi hızla atarken, salona geri döndüğünde karşılaştığı manzara dehşet vericiydi.
Salon, domuzlarla dolmuştu. Bu domuzlar, masanın üzerindeki yemekleri vahşice yiyor, bazıları ise birbirleriyle kavga ediyordu, kimisi ise pisliğin içinde oturmuş, çevresine zarar veriyordu. Domuzlar hırsla ve doyumsuz bir şekilde salondaki her şeyi yediler. Artık hiçbir şey kalmadığında, Yalçın’a döndüler ve vahşi bir şekilde ona doğru koşmaya başladılar. Yalçın’ın kalbi göğsünde patlayacakmış gibi atarken, gözlerinin önünde aniden parlak bir ışık belirdi. Aynı anda, kulaklarında bir ses yankılandı:
“Hastamız geri dönüyor, çok şükür.”
Yalçın bir anda gözlerini açtı. Etrafında, başında ameliyat lambalarıyla, cerrahi maskeler takmış doktorlar duruyordu.
Odada steril bir sessizlik vardı, yalnızca monitörlerin ritmik bip sesleri duyuluyordu.
Yalçın, kendisini tamamen karışık hissediyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışıyor, yaşadıklarının bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu kestiremiyordu.
Zihni, gördüklerini ve duyduklarını anlamlandırmakta zorlanıyordu, sanki iki dünya arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Her şey bir sis perdesinin ardında gibiydi; neyin doğru, neyin hayal ürünü olduğunu ayırt edemiyordu. Duyguları altüst olmuş, gerçekliğe tutunmakta zorlanıyordu. Bir an içinde bulunduğu bu durumun bir kâbus olmasını diliyordu.
Yalçın, şaşkınlıkla “Ben neredeyim, neler oluyor?” diye sordu.
Doktor, onu sakinleştirmeye çalışarak, “Lütfen sakin olun Yalçın Bey, size her şeyi açıklayacağım,” dedi.
Ancak Yalçın panikle kalp monitörlerine ve etrafındaki kablolara elini uzattı, onları çekmeye çalıştı.
Doktor tekrar sakinleştirici bir ses tonuyla, “Lütfen Yalçın Bey, sakin olun. Size her şeyi anlatacağım,” dedi ve Yalçın yavaşça sakinleşip yatağına geri uzandı.
Doktor, onun yanına oturdu ve yavaşça konuşmaya başladı: “Uzun bir süre komadaydınız.”
Yalçın bu durumu kavramaya çalışarak, “Komada mıydım?” diye sordu.
Doktor başıyla onayladı: “Evet, komadaydınız.”
Yalçın’ın zihni bir anda karıştı, hemen paniğe kapıldı: “Eşim nerede? İşe dönmem lazım, ben yokken şirkete kim baktı?” dedi.
Doktor ne diyeceğini bilemiyordu, kafasını kaşıdı ve “Yalçın Bey, abiniz birazdan burada olacak. Onunla konuşsanız daha iyi olur,” dedi.
Yalçın bir an duraksadı ve “Bugün tarih nedir?” diye sordu. Doktor hafifçe tereddüt ederek, “24 Mart 2024” dedi.
Bu cevabı duyduğunda, Yalçın’ın dünyası sarsıldı. Zihni bir anda dalgalandı; vücudu kontrolsüz bir şekilde tepki verdi. Yarı doğrularak yatağında oturdu, gözleri şaşkınlık ve inanamamazlıkla açıldı.
Bir süre sonra Yalçın’ın abisi odaya girdi. Abisi hem sevinçle hem de biraz buruk bir duyguyla karşıladı. Çünkü aralarında kırgınlık vardı; Yalçın, babasını çok üzmüştü.
Yalçın, kafasındaki karışıklığı gidermek için hemen sordu, "Abi, neler oluyor? Ben nasıl komaya girdim? Hiçbir şey hatırlamıyorum."
Abisi ona soğuk bir ifadeyle, "Bir kalp krizi geçirdin ve bu da komaya girmenle sonuçlandı," dedi.
Bu cevap Yalçın’ın aklında bazı anıları canlandırmaya başladı. İş yerinden çıkarken hissettiği ani kriz ve binanın önünde yere yığılması... Hatırlayabildiği tek şey buydu. Panik içinde sordu, "Peki, iş yerim ne oldu, eşim ve çocuklarım nerede?"
Abisi derin bir iç çekti, yüzünde hem acı hem de endişe vardı. Gözlerini Yalçın’a dikti ve ona hazırlıklı olup olmadığını sorgularcasına, "Yalçın, buna hazır mısın bilmiyorum. Bence biraz dinlenmelisin," dedi.
Yalçın’ın sabrı tükenmişti, öfkeyle abisine çıkıştı: "Ne oldu abi? Lütfen anlat!" Abisi derin bir nefes aldı, "Yalçın, eşin senden boşandı... ve muhasebecinle, yani en yakın arkadaşınla evlendi. Şirketinin birçok hissesini ele geçirdi, çünkü sen zaten tüm yetkileri ona vermiştin. İş yeri batmak üzereydi... ve o, şirketin başına geçerek durumu kontrol altına aldı. Sonra da Necla İle evlendi. İkisi de sadece kendi menfaatlerini düşündü."
Yalçın, duyduklarına inanamıyordu. "Abi, sen ne diyorsun!" diye haykırdı ve yanındaki masaya öfkeyle vurdu. "Allah’ım, bu bir kâbus mu?!" Kendi kendine tokat atmaya başladı, sanki bu şekilde uyanabileceğini umuyordu.
Abisi, "Yalçın, dur, yapma!" diye bağırarak ellerini tuttu, onu sakinleştirmeye çalıştı. Yalçın, kafasındaki sorulara cevap aramaya çalışıyordu.
"Peki bu zamana kadar kim hastane masraflarını ödedi? Onlar mı?"
Abisi başını salladı, "Hayır," dedi sakin bir sesle, "Masrafları ben karşıladım. Onlar bunu bile yapmadı."
Yalçın derin bir nefes çekti, içinde büyüyen ihanet acısı her geçen an biraz daha artıyordu.
"Abi, bana yardım etmelisin. Mesut, avukatımı bul, onunla görüşmem lazım, lütfen."
Abisi hafifçe tereddüt etti, "Tamam, elimden geleni yapacağım. Ama doktor, birkaç gün içinde taburcu olacağını söyledi. O zaman görüşürsün."
Yalçın’ın sabrı tükenmişti, "Hayır abi, lütfen şimdi! Yoksa kafayı yiyeceğim, deliriyorum! Ne olur, lütfen."
Abisi başını salladı, "Tamam, peki. Ama şimdi gitmem lazım," dedi.
Abisi, Mesut’u bulmuş ve hastaneye getirmişti. Mesut, Yalçın’ın senelerdir avukatıydı ve onunla birlikte birçok dava ve işte çalışmışlardı.
Yalçın’ın uykusu kaçmıştı, içindeki her şey onu yiyip bitiriyordu. Defalarca eşini aramayı denedi, ancak her seferinde "Bu numara kullanılmamaktadır" mesajını aldı. Çocuklarını aradı, ama onlara da ulaşamıyordu. İçindeki endişe ve hüzün, sabrını zorluyordu.
Abisi ve Mesut hastaneye geldiklerinde, Yalçın onları görünce büyük bir sevinç yaşadı.
Mesut, Yalçın’a yaklaşarak elini sıktı, "Yalçın Bey, çok geçmiş olsun," dedi. Yalçın içten bir teşekkürle karşılık verdi, "Sağ ol, Mesut."
Mesut devam etti, "Bizi çok korkuttunuz. Doktorlar, neredeyse geri dönme ihtimalinizin çok az olduğunu söylediler."
Yalçın iç çekerek, "Bazen düşünüyorum, keşke ölseymişim daha iyiymiş. Buna uyanmak nasıl bir his, sana anlatamam."
Aslında bakacak olursak, Yalçın'ın durumu şu anki bizim durumumuzdan pek farklı değildi. Bizler de bir nevi uyku alemindeyiz; asıl hayat, ahirette başlar. Peygamber Efendimiz’in hadisinde de şöyle ifade ediliyordu:
"İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar."
Rüyalarda kusursuz bir hayat yaşayabiliyoruz, her şey mükemmel görünebilir. Ancak bu dünyada, sabır ve şükür gereği birçok imtihandan geçiyoruz.
Yalçın, hiç vakit kaybetmeden konuya girdi:
“Sanırım olayları duymuşsundur, konuya tekrar girmeme gerek yok,” dedi, çünkü yaşananları tekrar hatırlamak ona acı veriyordu.
Mesut, durumu anlamış bir şekilde başını sallayarak cevap verdi, “Evet, Yalçın Bey, biliyorum. Olayı yakından takip ettim ve gerçekten çok üzgünüm.”
Yalçın, asıl merak ettiği soruyu sordu, “Peki, şirketi geri alma ihtimalim var mı?”
“Deneyebiliriz, ama açıkçası çok şüpheliyim. Arkalarında çok güçlü avukatlar var. Unutmayın ki, şirketinizin birçok hissesi eşinize aitti, sizden sonra geri kalan hisselerin çoğunu eski muhasebeciniz Fuat aldı.”
Yalçın, çaresizlik içinde sordu, “Peki, onlarla görüşmemi sağlayabilir misin en azından? Lütfen bunu yapabilir misin?”
Mesut, “Sizin için denerim Yalçın Bey, sizin benim üzerimde büyük bir hatırınız var,” dedi.
Yalçın, derin düşüncelere dalmışken aklından bir atasözü geçti: "İyi dost kara günde belli olur.
Yalçın taburcu olduktan sonra Mesut, onun için istediği görüşmeyi ofisinde ayarlamıştı. Bu hiç de kolay olmamıştı, ama Mesut, Yalçın'ın eski eşini ikna etmeyi başarmış, hatta çocuklarını da bu son bir görüşmeye katılmaları için ikna etmişti.
Ofise girdiğinde, Yalçın’ın eski eşi soğuk bir ifadeyle ona bakıyordu. Oğulları da aynı şekilde, soğuk ve mesafeli duruyorlardı. Kızı ise kollarını kavuşturmuş, sakız çiğnerken gözlerini Yalçın’a dikmişti.
Oda içinde bir sessizlik hakimdi. Yalçın, yaşananların gerçek olduğuna hala inanmakta zorlanıyordu.
Mesut, onlara mahremiyet tanımak için dışarıya çıkmış ve onları yalnız bırakmıştı.
Yalçın, ne yapacağını bilmez haldeydi. İçinde büyük bir karanlık ve bastırılması zor duygular vardı; bu hisler, bir erkeğin kolay kolay hazmedemeyeceği türdendi. Sanki içinden bir volkan patlayacak ve her şeyi yakıp yıkacaktı, ama bir girişimci olarak duygularını kontrol etmek zorundaydı. İş dünyasında duygularıyla hareket edilemezdi.
Zor da olsa, sakinliğini koruyarak konuşmaya başladı, “Bunu bana nasıl yaparsın, Necla?”
Necla, aynı soğuklukla cevap verdi, “Ne yaptım ki?”
Yalçın, acıyla karşılık verdi, “Bunu bana nasıl böyle soğukkanlılıkla söyleyebilirsin? Beni boşadın, ben hastayken iş yerime el koydunuz ve en güvendiğim, en yakın arkadaşım dediğim adamla evlendin. Daha ne yapmadın ki?”
Necla, yüzünde en ufak bir pişmanlık ifadesi olmadan, “İş yeri babama aitti. Vefat edince sen başına geçtin, hatırlamıyor musun Yalçın?” dedi.
Bu sözler, Yalçın’ın içindeki öfkeyi daha da ateşledi, ama yine de sakin kalmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Durumun ağırlığı altında ezilirken, hayatının kontrolünü yeniden ele almak için büyük bir içsel mücadele veriyordu.
Necla soğuk bir ifadeyle sözlerine devam etti, "Evet, evlendim. Bir ömür boyu komadaki bir insanı bekleyemezdim. Kendi ve çocuklarımın menfaatini düşünmeliydim."
Yalçın bu sözlere inanmakta zorlanıyordu. İçinde yaşadığı bu büyük yalanı uzun zamandır biliyordu; Necla’nın onunla sadece servetini devam ettirmek için evlendiğini çok iyi anlamıştı. Aynı şekilde, kendisi de Necla’yla babası Enver Bey’in servetine konmak için evlenmişti.
Yalçın, Enver Bey’in yanında sadece bir şoför olarak çalışıyordu. Enver Bey tekin biri değildi; birçok dalda işleri vardı, ama en büyük geliri tefecilikten geliyordu. O zamanlar şirket henüz gelişmemişti. Yalçın’ın çabaları sayesinde büyük adımlar atılmıştı, ancak bu, rüyasındaki kadar büyük değildi; şirket sadece Türkiye’deki birçok sıradan firmadan biriydi.
Yalçın’ın babası, oğlunu bu işin tehlikeleri konusunda uyarmıştı, ama Yalçın hiçbir zaman babasını dinlemedi.
Evliliğine de hiçbir zaman rıza göstermemişlerdi, ne babası ne de annesi bu evliliği onaylamıştı. Ama Yalçın, yükselmek ve güç kazanmak istiyordu.
O günlerde Enver Bey, Yalçın’a bir keresinde şöyle demişti: "Herkesin yelken açtığı liman aynı, adı hayat. Anladın mı evlat, bu hayatta yukarıya tırmanmak istiyorsan ne gerekiyorsa yapacaksın." Bu sözlerle gözlerini kurt gibi Yalçın’a dikmişti.
Kısa bir süre sonra Yalçın, Enver Bey’in sağ kolu ve muhasebecisi olmuştu. Enver Bey’in de işine geliyordu; o da kendi menfaati için kızını Yalçın’a vermişti, çünkü Yalçın’ı kullanıyordu.
Enver Bey vefat edince, hisselerden Yalçın da aldı ve eşiyle ortak olarak işlerini yürütmeye devam etti.
Bütün holding üzerinde Necla’nın yetkisi vardı, ama kararları ve yönetimi Yalçın uyguluyordu. Ancak menfaat bittiğinde her şey sona erdi. Yalçın’ın hastalığı, Necla’yı geri plana itecekti, buna razı olamazdı. Necla, menfaatlerini devam ettirecek başka birini buldu.
Yalçın, derin bir iç çekerek çocuklarına baktı, "Peki ya siz? Bir kere olsun babanızı hiç düşündünüz mü?"
Ama odadaki hiç kimse cevap vermiyordu; sessizlik, Yalçın’ın içine işleyen bir bıçak gibi hissediliyordu.
Yalçın’ın kızı sakız çiğnemeyi bıraktı ve soğuk bir şekilde konuştu, "Sen bize ne kadar babalık yaptın ki şimdi gelip bize hesap soruyorsun? Sen bir evlat olarak babanı ya da anneni ne kadar gördün? Bir kere olsun evimize bile gelmediler. Bu zamanda güçlü olan kazanır, baba!"
Yalçın'ın söyleyecek hiçbir sözü kalmamıştı; yıkılmıştı. Kızının son sözleri, Yalçın’a kendi babasına söylediği son sözleri hatırlattı. O da babasına "Bu zamanda güçlü olan kazanır, baba!" diyerek ayrılmış ve babasını derinden yaralamıştı.
Kalp krizi geçirmeden önce babasını görmeye gitmişti, ama babası artık eski babası değildi; daima üzgün bir şekilde yüzünü çeviriyordu. Babasının ondan hayal kırıklığına uğradığını hissetmişti. Bu durum, Yalçın’ın içini kemirmeye başlamıştı çünkü artık gerçekleri, hırsının kendisini ve ailesini ne hale getirdiğini biraz olsun görmeye başlıyordu.
Görüşme bittikten sonra Yalçın bir parkta kendi başına dolaşıyordu. Bir süre bir bankta oturdu, etrafındaki insanları izliyordu. Kimileri mutlu bir şekilde çift olarak yürüyor, kimileri çocuklarıyla vakit geçiriyordu, bazıları ise bankta uyuyordu. Herkes aynı dünyada yaşıyordu, ama herkesin dünyası birbirinden farklıydı.
Yanındaki banka elinde bir torbayla bir adam oturdu. Torbanın içinde alkol şişesi vardı, adam üzgün görünüyordu, dertliydi. Yalçın adama seslendi, "Senin derdin nedir, arkadaş?" Adam, gözleri dolu bir şekilde Yalçın’a baktı ve ağır bir nefes aldıktan sonra "Oğlum," dedi, duraksadı ve sonra devam etti, "Oğlum hastanede, ağır yaralı... Ameliyat oluyor. Belki onu kaybedeceğim."
Yalçın adamın derin acısını hissetti. Kendide çocukları tarafından dışlanmış, yok sayılmıştı, o an iki baba arasındaki acı farkı düşündü. "Derdin büyükmüş, geçmiş olsun kardeş. En azından benimkisi gibi koca bir yalan değilmiş," dedi içtenlikle, ardından ayağa kalktı ve parkta yürümeye başladı. Kendi kendine haykırdı, "Vay be, ne imparatormuşum!"
Sonra geri döndü ve adama "Allah şifa versin oğluna," diye ekleyerek yanından ayrıldı.
Akşam olmuştu, Yalçın abisinin dükkanına uğradı. Abisi, televizyon tamircisiydi. Yalçın içeri girdiğinde, abisi onu fark etti, ama televizyonu tamir etmeye devam etti.
"Babam haklıydı, abi. Onu dinlemedim, ben ne yaptım abi!" diye haykırdı Yalçın. "Babamı görmeliyim, onun ve annemin ayaklarına kapanacağım."
Abisi gözlüklerini çıkardı, gözleri dolmuştu.
"Şimdi mi, Yalçın! Şimdi mi?" diye öfkeyle çıkıştı. "Uyandığından beri bir kere sordun mu, sordun mu ne haldeler, ne oldu onlara? İlk olarak iş yerini sordun. Sonra eski eşini ve çocuklarını. Şimdi bu saatten sonra neyin peşindesin?"
Yalçın, gözleri dolarak, "Abi, gerçekten pişmanım, hem de çok pişmanım. Onları göreceğim," dedi.
Abisi acı bir ifadeyle cevap verdi, "Onları mı göreceksin? Artık göremezsin, Yalçın. Artık göremezsin onları."
Yalçın şaşkınlıkla sordu, "Nasıl? Ne demek istiyorsun?"
Abisi gözlerini Yalçın’a dikti, "İkisi de vefat etti. Annen, iki sene önce vefat etti, sen komadayken. Babamız da ondan altı ay sonra vefat etti. Anladın mı? Şimdi istediğin kadar haykır, istediğin kadar ağla, artık baban ve annen yok.
Sen onları terk ettin, onlar da seni ebedi olarak terk etti. Şimdi istesen de onları geri getiremezsin, anladın mı?
Hadi, ara, aç telefonunu, ara; ama açılmayacak o numara, çünkü artık yoklar, o numaralar da yok, onlar da yok artık!"
Yalçın yıkılmıştı. "Olamaz," dedi, sanki kendisine inanmak istiyormuş gibi.
Abisi acı bir ifadeyle, "Oldu," diye karşılık verdi.
Yalçın, başını abisinin göğsüne yasladı ve küçük bir çocuk gibi ona sarıldı.
Abisi, yüzünü soğuk bir şekilde başka bir yere çevirdi, ama sonunda dayanamadı; merhameti ağır bastı ve zor da olsa Yalçın’ın başını okşadı. Kendini sakinleştirdikten sonra, birlikte evine götürdü, geceyi orada geçirebilmesi için.
Yalçın, yeğenleriyle birlikte masada oturup yemek yedi. Evde mutlu ve huzurlu bir hava vardı. Akşam namazını hep birlikte kıldılar ve Yalçın da onlara katıldı. Çocukların hepsi terbiyeli bir şekilde babalarına saygıyla davranıyordu. Yalçın’ı ilk gördüklerinde -ki Yalçın onları sadece bir ya da iki kez görmüştü- yine de "Amca" diyerek ona sarıldılar.
Ev, Yalçın’ın eski evi gibi büyük değildi; her odada televizyonlar, çocukların özel tabletleri yoktu, ama herkes mutluydu. Evde bir huzur vardı.
Yalçın, bu durumu hem mutlu hem de hüzünlü bir şekilde izledi. Bir yandan, imanla dolu bu yuvanın sıcaklığını görüyordu, diğer yandan ise kendi yuvasının, paraya ve materyale dayalı bir yaşamın ne kadar soğuk, acımasız ve sahte olduğunu fark ediyordu. Kendi evinde gerçek huzur yoktu, sadece paraya ve materyale dayalı yüzeysel bir huzur vardı.
Ertesi gün mezarlığa gittiler. Abisi, Yalçın’ı orada yalnız bıraktı ki annesi ve babasıyla baş başa kalabilsin diye.
Yalçın, annesinin ve babasının mezarını görünce dizlerinin üzerine çöktü ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
"Anne, baba, bakın, ben geldim. Oğlunuz Yalçın geldi. Ah baba, ben çok pişmanım! Şimdi burada olsan, neler yapmazdım baba! Kemiklerin çatlayana kadar sana sarılırdım, bakmasan bile sarılırdım, boynunu öperdim baba.
Annemin ellerini öper, onu koklardım. Cezamı çok ağır çekiyorum baba. Söyle bana, şimdi ne yapayım? Yanıyorum baba, yanıyorum. Keşke şu taş parçası olsaydım, keşke şu güvercin olsaydım da bu duyguları beslemeseydim, çok ağır geliyor bana."
Yalçın, ağlayarak babasının mezarının yanına uzandı ve orada uyuyakaldı. Gözlerini açtığında akşam olmuştu. Etrafı yoğun bir sis kaplamıştı, hiçbir şey görünmüyordu ve Yalçın yolunu zor seçiyordu. Sislerin arasında bir gölge belirdi; gölge, ona doğru yaklaştı ve birden sisin içinden babası çıktı.
Yalçın şaşkınlıkla doldu, kalbi hızlıca atıyordu. "Baba, inanamıyorum, sen misin?" diye sordu ve ona doğru koşup sarılmak istedi. Fakat babası onu durdurdu, "Oğlum, bak," dedi ve parmağıyla bir şeyi işaret etti.
Yalçın, babasının gösterdiği yere baktığında, tersine dönük vaziyette siyah bir sarığın içinden ağaç filizleniyordu.
Şaşkınlıkla ellerine baktı ve elinde boş bir çay bardağı olduğunu gördü. Babası, parmağını Yalçın'ın göğsüne koydu ve Yalçın göğsüne baktığında küçük bir ışık gördü. Babası "Sönmeden, derhal git ve onu bul. Öbür tarafta hesap çok ağır, çok çetin. Kendini kurtar" dedi babası, ve ardından sisin içine doğru yavaşça ilerlemeye başladı. Yalçın, endişeyle seslendi:
"Baba, sen geçtin mi? Geçtin mi baba? Annem geçti mi, ne olur söyle?"
Babası, arkasından yankılanan bir sesle cevap verdi: "Geçtik oğlum, ama senin peşine düşecek biri mutlaka olacaktır."
Yalçın şaşkınlıkla sordu: "Kim?"
Babası, "İşte o," dedi. Yalçın arkasını döndüğünde karşısında dünya vardı. Dünya, aniden çirkin bir kadının şekline büründü ve Yalçın’a doğru saldırdı. Kadın ellerini Yalçın’ın yakasına koyarak, "Beni asla bırakamayacaksın!" diye bağırdı ve onu şiddetle sarstı.
Derken, Yalçın bir sarsıntıyla uyandı. Abisinin elleri onu sıkıca tutmuş, onu sarsarak uyandırıyordu.
"Yalçın, uyan!" diye seslendi
Yalçın, bir an sersemlemiş halde gözlerini açtı
"Abi, bırak, ben buradan ayrılamam." dedi
"Yalçın, kalk dedim, saçmalama!" dedi abisi ve onu ayağa kaldırdı.
"Bana bak, kendini bırakmayacaksın, anladın mı? Biliyorum, bunlar çok acı ama bak, yaşıyorsun."
Yalçın, yorgun bir sesle, "Sen buna yaşamak mı diyorsun abi?" diye sordu.
Abisi sert bir şekilde karşılık verdi, "Ölsen daha mı iyiydi? Hala anlamıyor musun? Olayı kavrayamıyor musun Yalçın!
Bu dünyaya yüzün dönük olursa tabii ki anlamazsın. Artık yüzünü ahirete çevir Yalçın. Evet, annen ve baban burada değil, ama berzah âlemindeler. Anladın mı? Bedenen burada olmayabilirler, ama şimdi kendine çeki düzen verirsen, tövbe edip Allah’ın istediği şekilde yaşamını sürdürürsen, onları orada mutlu edersin. Senin yapacağın her hayırdan haberdar olurlar.
Geçmişi unut, sil git, yeni bir sayfa aç. İnsan, Allah’ı tanıdığı kadar insan olur bu hayatta. Sadece dünyalık olan idealler, hayaller, dostluklar, sevgiler hepsi bir anda zorluğun karşısında satılabilir. Ama imanın kalpteki değeri hiçbir paraya bedel değildir, fiyatı biçilemez. Ahiret için yapılan tüm çalışmalar, hem bu dünyada hem de en önemlisi öbür ebedi hayatta seni mutlu edecek."
Abisi, Yalçın’ın omuzlarını sıkıca tuttu ve devam etti:
"Ve bu dünyada geçmişi düşünmeyeceksin, çünkü mümin ileriye bakar. Cenab-ı Allah’a yaptığı hatayı tövbeyle kapatır. Geleceğin endişesini yapmaz, çünkü daima tevekkül içindedir. İnsanın başına gelebilecek en büyük musibet, imanına gelen zarardır; ondan gayrısı boştur.
Nefes alıyorsan, bu durumdan çıkmak için geç değildir” dedi
Yalçın, abisinin sözlerinden ilham alarak rüyasını bir kez daha hatırladı. "Abi, babamı gördüm rüyamda," dedi ve ardından rüyasını anlattı.
"Bu sıradan bir rüya olamaz. Babam bir şeyler anlatmaya çalışıyordu."
Abisi, annesi ve babasının öbür tarafta geçtiğini duymaktan büyük bir sevinç duydu, ama yine de bu rüyanın sıradan olup olmadığını sorguluyordu.
Neticede, insanın kendi duygularından ya da şeytandan kaynaklanabilen rüyalar da vardı.
Kafasında bu rüyayı analiz etmeye çalışırken, bir yandan da rüyanın sembollerinin derin anlamını çözmeye uğraşıyordu.
"Siyah sarık dedin, bir de boş çay bardağı... Siyah sarık, sembolik bir zatın sarığı olabilir. İçinden yeşeren ağaç, gelişecek bir şeyin işareti gibi. Boş çay bardağı... Yani içinin boş olması, senin şu anki halin gibi. Göğsündeki ışık, iman nurunun sembolü olabilir, baban seni uyarmaya çalışıyor."
Abisi bir an duraksadı ve düşündü. "Ben böyle sarıklı birisini bir fotoğrafta görmüştüm," dedi. "Dur, eve gidelim. Orada babamın bazı eşyaları var. Belki bir şey buluruz.Eve vardıklarında, abisi raflara baktı ve babalarına ait eşyaların olduğu bir kutu buldu. Kutuyu açtılar ve içindekileri incelemeye başladılar. İçinden bazı fotoğraflar çıktı; hepsini dikkatlice incelediler.
Yalçın birden heyecanla, "İşte bu, abi! Bu sarığa benziyor," dedi.
Abisi de fotoğrafa baktı ve başını salladı. "Bu, sanırım babamın bahsettiği Sırdaş Baba olmalı," diye düşündü. Fotoğrafı ters çevirdiklerinde arkasında bir tarih ve "İlkçay Köyü Hatıraları" yazıyordu.
Yalçın heyecanla, "Evet, abi, onu bulmalıyım!”
Abisi şaşkınlık içindeydi, adeta donup kalmıştı. Gördükleri karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Demek ki rüya gerçekti! Çay bardağı da sembolik olarak İlkçay Köyü'nü temsil ediyordu.
Yalçın'a dönüp baktı, kafası karışmış bir halde, "Dur, oğlum, ne bulması? Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Ama Yalçın kararlıydı. "Abi, yarın ilk iş yola çıkacağım," dedi. Ertesi gün trenle İlkçay Köyü'ne gitmeye karar verdi. Abisi yanında duruyor, onu uğurluyordu.
"Yolun açık olsun, Yalçın. Umarım aradığını bulursun. Ne olursa olsun, abin her zaman yanında, anladın mı?"
"Anladım, abi," dedi Yalçın, trene binmek üzereyken geriye dönüp bir kez daha İstanbul’a baktı. Tüm geçmişini geride bırakıyordu. Onu artık bambaşka bir hayat bekliyordu.
“Elveda, İstanbul,” dedi hafif bir tebessümle. “Tüm imparatorluklarınız sizlere kalsın. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir...” dedi
Bu sözlerle, Yalçın geçmişin yükünü geride bırakmaya ve önündeki yeni başlangıca doğru adım atmaya hazırdı.
Trene binerek, İlkçay Köyü'ne doğru yola koyuldu.
"Tırtıl, 'yolun sonuna geldim' dermiş. Tam o anda Allah, 'kelebek ol' demiş."