Herkes, dünya teknoloji seminerinde son robot prototipini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu prototip, insana en yakın şey olacak ve yeni bir çağ, yeni bir dünya başlatacaktı. Tüm mühendisler, bilim insanları ve iş insanları, ev sahibi Benjamin dahil olmak üzere, sürekli alnındaki teri silerek zamanına endişeyle bakıyor ve lider mühendis Adem Yazar'ı sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Adem çocukken gösterdiği yeteneklerle üstün zekalı bir çocuktu. Öğretmenlerini, sanki bir satranç oyunu oynar gibi, sorularıyla çıkmaza sokardı. Yaramazlıklarının zirvesindeyken babası birkaç kez ev temizleyicilerini değiştirmek zorunda kaldı, çünkü Adem yaptığı bazı icatlarla temizlikçilerle şakalaşıyor ve onlarla oyun oynuyordu.
Adem, insan vücudundan elde edilen ısı enerjisini kullanarak çalışan bir el feneri, uygun maliyetli prostetik kol, ve Alzheimer hastalarına yardımcı olmak için yataktan kalkıldığında bunu algılayan akıllı çoraplar gibi pek çok icat geliştirdi. Genç yaşta Amerika'dan özel eğitim teklifleri aldı. Ancak ne yazık ki, kendi ülkesinde Adem gibi dâhilerin değeri genellikle yurtdışında anlaşılıyor. Hatta tarih boyunca kaç tane Müslüman bilim insanının dünya çapında tanındığını biliyoruz?
Örneğin, modern zamanlarda kullandığımız cebiri sistemli bir bilim dalı olarak ele alan ilk kişi olan Muhammed bin Musa el-Harezmi'yi kaç kişi tanıyor?
Müslümanlar genellikle filmlerde ya bir terörist, ya zevk için birkaç kadınla evli, ya da nefret dolu insanlar olarak tasvir ediliyor. Bu imajları çizen kim? Maske arkasında saklanan bu hainler kimler ve aynı hainler kendi topraklarımızda da bulunuyor ve hâlâ bulunmaya devam ediyor.
Adem, ortaokuldayken babasını kaybetti. Bu olay, onun eğitimini durdurmamış olsa da, içinde derin bir yara açılmıştı. Babasıyla çok yakın bir ilişkisi vardı. Zamanla, Adem çevresinin yaşam tarzına uyum sağlamaya başladı ve birçok kez babasının öğretilerini unutarak İslam'dan uzak bir hayat sürdü. Okulu bitirdiğinde, büyük firmalardan iş teklifleri aldı ama hepsini reddetti. Türkiye onu tanımıyordu, ama babasına verdiği bir söz vardı. Gözlerinin önüne o gün geldi; babası gururla omuzlarından tutmuş, gözlerinin içine bakıyordu.
"Oğlum, benim geri dönmem lazım. Burada amcaların sana göz kulak olacaklar. Okulunu başarıyla bitir, en yüksek hedeflere ulaş ve zamanı gelince vatanına geri dön. Bir gün buradaki hatta dünyadaki firmalardan büyük teklifler belki gelecek ama sen, ne olursa olsun, vatanına geri dönüp orada hizmet edeceksin, tamam mı? Ülkemizi temsil edeceksin. Söz mü oğlum?"
Adem başını salladı. "Söz baba, söz!" dedi.
İşte o günden bugüne, Adem okulu başarıyla bitirip ülkesine geri döndü. Amerika'daki tüm teklifleri reddederek Türkiye'nin önde gelen bir robotik firmasında iş buldu. Dünya çapında tanınmış olmayabilir, ama Adem gibi üstün yetenekli bir insanın bu durumu değiştirmesi mümkündü. Ve bugün, dünya teknoloji seminerinde, herkes Adem'in geliştirdiği yeni robot prototipini sabırsızlıkla bekliyordu. Bu robot, insan gibi mantıklı düşünebilen, karar verebilen ve idrak seviyesine yakın bir yapıya sahipti. Bu gelişim, yeni bir nesil robotların başlangıcını simgeleyen potansiyele sahipti.
Konferans salonunun kapıları sonunda açıldı ve yağmur altında sırılsıklam olan Adem, elinde dev bir kutuyla içeri adım attı. Sahneye doğru ilerlerken ardında ıslak izler bıraktı. Herkes, şaşkın bakışlarla onu izliyordu. Benjamin, hızla yanına yaklaşıp kulağına fısıldadı:
"Allah aşkına, neredeydin? İnsanlar burada sabırsızlıkla seni bekliyor!"
Adem, sahneye çıkarken kalabalığa baktı ve ne söyleyeceğini bilemedi.
Hiçbir şey planladığı gibi gitmemişti. Mikrofonun arkasında dururken, doğru kelimelerin gelmesini umut ediyordu. Kalbini dinliyordu; çünkü kalbinde ilk defa bir ışık yanıyordu ve o da bu ışığı yansıtmaya çalışıyordu. İnsanların kendi aralarında fısıldaştıklarını duyabiliyordu. Nihayet başını kaldırdı ve konuşmaya başladı.
"Hepiniz burada, Robot17'nin final tasarımını görmek için heyecanlı ve sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Muhtemelen, 'Robot17 nerede?' diye merak ediyorsunuz. İşte burada!"
O, devasa kutuyu sahnenin ortasındaki masanın üstüne yerleştirdi, bu da odadaki mırıltıyı arttırdı. Aniden bir adam koltuğundan kalkarak öfkeyle bağırdı:
"Bu bir şaka mı? Burada sabırsızlıkla bekliyoruz, gecikmenize rağmen. Şimdi lütfen işinize devam eder misiniz? Ben bugün için ülkenin öbür ucundan geldim!"
"Sizin hayal kırıklığınızı anlıyorum," diye sakin bir şekilde yanıtladı Adem, "ne yazık ki, Robot17 'intihar etti'.
Adem olayı başından anlatmaya başladı:
Robot17'nin tamamlandığı gün, herkes ona hayranlıkla bakıyordu. Kol reflekslerini ölçüyor, ona belirli hareketler yaptırıyordu. Düşme testleri, tırmanma testleri, inceleme testleri... Hepsini başarılı bir şekilde geçiyordu.
“Artık dışarıya çıkma vakti geldi, dostum 17. Ne dersin, seninle bir dolaşmaya çıkalım mı? Seni birkaç yere götürmek istiyorum”
Robot yüzüne bakıp yanıt verdi, 'Bu çok güzel bir fikir, bilgi hazinemi geliştirmiş olurum!'
Robot17, daha çok küçük bir çocuk gibiydi; hatta bebek sayılabilirdi. En azından bir yönü bebek, bir yönü ise olgun, gelişmiş bir insan gibiydi. Kendisine konuşabilecek kabiliyetler ve bir takım şeyler öğretilmişti ama gerisi artık dışarıda incelenerek öğrenilecekti. İşte İslam'ın tefekkür dediği olayı bu robot yapacaktı. Fakat bizim tefekkürümüz, maalesef gaflet perdesiyle kapalıydı. Gaflet, gözlük gibi gözlerimizi kapatan, uyku maskesi gibi gözlerimizi kapatan bir şeydir ve kulak tıkacı gibi kulaklarımızı kapatırız.
Neydi bu gaflet? Gaflet, insanın yaşamın gerçek amaçlarından habersiz olması, dünya hayatının geçici zevklerine dalmasıdır. Sırtını hakk'a dönmek, bâtıla doğru bakmaktır.
Fazla ilgi çekmemek için Adem, Robot17'yi biraz ıssız bir sahile götürmüştü. Orada, bir uçtan öbür uca denizi inceliyorlardı.
"Bu kadar su neden burada bulunuyor?" diye sordu 17.
Adem, denize bakarak derin bir nefes aldı ve cevap verdi:
"Bu su, yaşamın kendisidir. Denizler, dünya üzerindeki yaşamın büyük bir kısmını barındırır ve gezegenimizin iklimini düzenler. Aynı zamanda, denizler ve okyanuslar, bizim hayatımızı destekleyen birçok canlıya ev sahipliği yapar. Buradaki su, sadece bize değil, dünyadaki tüm canlılara hayat verir. Ayrıca, bu kadar suyun burada olması, dünyanın kendine has bir dengesinin ve tasarımının parçasıdır."
Robot yeniden denize baktı.
"Peki bu dengeyi kim kurdu ve bu su buraya nasıl geldi?"
Adem, robotun sorusuna bilimsel bir bakış açısıyla cevapladı: "Bu denge ve suyun buraya nasıl geldiği, dünya ve evrenin doğal yasalarıyla açıklanabilir. Dünya'nın ilk oluşumundaki volkanik aktiviteler ve buharlaşma, su buharının atmosferde birikmesine neden oldu. Zamanla bu buhar, yağmur olarak yeryüzüne düştü ve okyanusları oluşturdu. Yani, buradaki su dengesi ve varlığı, evrenin fiziksel yasalarının bir sonucudur."
17 tekrar denize baktı ve sordu: "Peki bu sular neden hiç taşmıyor? Bu yağmurların büyüklüğü ne kadar, hiç değişiyor mu? Dünyaya zarar veriyor mu? Tatlı mı iniyor yoksa tuzlu mu?"
Adem, robotun artan zorlukta olan sorularına cevap veremedi. Evet bir düzen vardı; yağmur suyu tuzlu olmadığı için, doğrudan dünyamızın ekosistemlerine zarar vermez. Eğer yağmur suyu tuzlu olsaydı, bu durum bitkilerin ve tatlı su ekosistemlerinin hayatta kalmasını olumsuz etkilerdi. Topraklar tuzlanırdı, tarım ürünleri zarar görürdü ve içme suyu kaynakları tuzlanarak insanlar ve hayvanlar için kullanılamaz hale gelirdi. Bu, biyolojik çeşitlilik üzerinde yıkıcı etkiler yaratırdı.
Robot, Adem'in açıklamalarını dinledikten sonra duraksadı, muhtemelen internet sistemine bağlanıp bilgi hazinelerine ulaşmaya çalışıyordu. Sonra Adem'e dönüp tekrar baktı.
Robot, Adem'e dönerek heyecanla, "Çok ilginç bir şey tespit ettim!" dedi.
Adem merakla sordu, "Nedir o?"
Robot açıklamaya başladı: "Su, hem dünyada hem de insan vücudunda çok önemlidir. Dünyada su, iklimi istikrarlı tutar, bitkilerin büyümesine yardımcı olur ve nehirlerle denizleri besler. Ayrıca, su dünyanın sıcaklığını dengede tutarak iklimin daha ılıman olmasını sağlar. İnsan vücudunda ise su, vücudumuzu serin tutar, yiyecekleri sindirmemize yardımcı olur ve vücudumuzdaki kirleri temizler. Bu benzer kullanımlar, suyun her yerde ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu çok ilginç çünkü ikisi de aynı şekilde işlev görüyor."
Robot devam etti:
"Hatta iki tane daha ilginç bir şey tespit ettim. Karbon, hem toprakta organik bileşenler olarak hem de insan vücudunda temel yapı taşı olarak bulunur.
Oksijen, toprakta su ve mineral bileşenlerde, insan vücudunda ise su ve organik moleküllerde bulunur. Hidrojen, toprakta su moleküllerinde, insan vücudunda su ve organik bileşiklerde yer alır. Azot, toprakta organik materyaller ve bazı minerallerde, insan vücudunda proteinlerin ve nükleik asitlerin yapısında bulunur. Kalsiyum, toprakta minerallerde bulunan bir elementken, insan vücudunda ise kemiklerin ve dişlerin ana bileşeni olarak yer alır. Fosfor, hem toprakta hem de insan vücudunda enerji transferi için önemli bir role sahiptir.
İnsan oğlu toprağa çok benziyor.
Hatta toprakta çürümeyen plastik, insan vücudunda da çürümeyip kendi dışısından geri dışarıya çıkıyor, dünyaya zarar verdiği gibi insana da zarar veriyor."
Adem, Robot'un bu derinlemesine analizine bir an için ne diyeceğini bilemedi. Kendisi de koca denize baktı ve ufak, hatta hiç düşünmediği sorular zihninde damla damla birikmeye başladı. Yavaş yavaş taşmaya başladı. Kalbinde bir şeyler hissediyordu ve bu onu rahatsız etmeye başlamıştı.
"Hadi gidelim, 17, seni başka bir yere götüreceğim." dedi
Adem, Robot'u bir çiftliğe götürdü. Çiftliği birlikte dolaşıyorlardı, sonra bir şey Adem'in çok ilgisini çekti. Çiftliği beraber dolaşırken, Robot'un ilgisini çeken bir şey oldu:
"Buradaki toprağın içinden çıkan şeyler nedir böyle?" diye sordu.
Adem, baktığı yeri inceledi; elma ağaçlarıydı. Gülümseyerek, "Bunlar elma ağacı, bak dallarında hep elma var," dedi.
Robot, yaklaştı ve ağacı inceledi: "Bu tahta bu topraktan nasıl çıkıyor ve tahtanın her sonunda küçük tahtalar var, onun sonunda ilginç şeyler yani elma, nedir bu elma nasıl bir şey?"
Adem, "Birinci olarak o bir kuru tahta değil, o bir ağaç. Bu gövdesi, o da dalları; her dalın sonunda da elmalar var. Tadı da tatlıdır, içi de sulu ve insanlara vitamin yani sağlık açısından faydalıdır," diye açıkladı.
Robot, merakla sordu: "Peki dalların tadı nasıl?"
Adem'in soru tuhaf geldi, biraz düşündü. Aslında hiç düşünmemişti bunu. "Yani hiç tatmadım ama tatlı değil, hem yenilecek bir şey de değil. Onu da yakmak için birçok başka şeyler için kullanırız," dedi.
Robot bir daha ağaca baktı.
"Peki toprağın içinden nasıl böyle bir şey çıkıyor?"
"Elma ağacı, tohumdan büyür. Tohum, toprağa ekildiğinde, içindeki yaşam başlar. Toprak, su ve güneş ışığı ile birlikte tohum, kök salar ve filizlenir. Toprak, bitkinin besin almasını sağlayan gübre ve minerallerle zengindir. Bu elementler, ağacın büyümesine yardımcı olur," dedi Adem.
"Hiçbir şey anlamadım!" dedi robot.
"Neyi anlamadın?" dedi Adem.
"Böyle tatlı ve sulu bir şey bu tahtanın içinden nasıl çıkıyor? Nasıl oluyor bu? Böyle bir şeyden tatlı olmayan bir şeyden nasıl tatlı sulu bir şey böyle bir kuru tahtadan çıkıyor. Paketlenmiş gibi, hatta insana faydası olan bir şey içinde faydası var. Ağaç insanın sağlığından ne anlar? Bir de toprağın içinde gübre var dedin, bu daha da ilginç, böyle tatlı bir şey böyle pisliğin içinde nasıl yeşeriyor? Sen bana sanki bir tarif gibi her şeyi söylüyorsun ama iyice olaya bakarsan burada çok garip şeyler var, hatta mantığa uymayan zıt şeyler var. Bu zıt şeyler sizleri düşündürmesi lazımken düşünmüyorsunuz. Sanki her yerde düşünmeniz için bir ipucu daima var," dedi robot.
Adem gene cevapsız kalmıştı. Robot gene internet hattına bağlandı ve yüklemeler yaptı. Sonra gene konuşmaya devam etti. Elinde bir hologram resimleri ışından çıkardı.
"Aynı topraktan bak, neler çıkıyor!" dedi ve işaretledi: Elma ağaçları, laleler, ayçiçekleri, domates fidanları, lavanta çalıları, patates bitkileri, karpuzlar, buğday, üzüm asmaları, gül çiçekleri vardı.
Devam etti:
"Hepsinin farklı renkleri, kokuları, tatları insanın algılayabileceği şekilde yaratılıyor. Gözler görmek, diller tatmak ve burun koklamak için bunlarla etkileşimde bulunuyor. Bu bitkileri toprağa dönüştürebilmek için ilim yani bilgi, iradeyle dilemek ve yapmak, kudretle büyütmek gerekiyor. İnsana bu bitkilerin faydalarını bilmek ve yaratmak gerekmiyor mu?"
"Hepsi değişik renklerde, kokularda, tatlarda insana muhatap bir şekilde yaratılıyor. Gözler, diller ve burun bunlara muhatap oluyor. Bunları toprak yapabilmek için ilim yani bilmek, iradeyle dilemek ve yapmak, kudretle büyütmek, himmetle bu insanlara faydalarını bilmek ve yaratmak gerekmez mi?"
"Hayır! Yani, bu da evrensel bir konu," dedi Adem. Robot gene soru sordu:
"Peki sen beni icat ederken evrensel şekilde mi oluştum, mesela bir süpürgeden mi oluştum?" diye sordu.
"Hayır, olur mu? İlk önce bir düşünceydi, sonra proje çizildi. Derken parçalar toplandı ve birçok testten geçirilerek bu hale geldin" diye açıkladı Adem.
Robot, Adem'e dönerek dedi: "Evet ama bunun arkasında ilimli olan, iradeyle beni bir icat olarak düşünen, kudretle parçaları toplayan ve hikmet olarak neler yapabileceğimi düşünen bir varlık vardı, öyle değil mi?"
Adem, bir kez daha cevapsız kalmıştı. Bu derin sorulara düşünürken, çiftliğe doğru yürüdüler. Çiftlikte, birisinin ineği makineye bağlayarak süt sağdığını gördüler. Robot, bu yeni sahneyi incelemeye başladı. Adem, artık bu tür sorulardan rahatsız olmaya başlamıştı çünkü hiç düşünmediği sorulardı bunlar. Bir robotun böyle mantıklı bir şekilde sorgulaması onun aklını yoruyordu. Aslında kendisi de böyle düşünebilirdi ama gaflet diye bir şey vardı.
"Burada ne oluyor?" diye sordu robot.
"Bu bir inek, bak inek şu an makineye bağlanmış ve ondan süt çıkıyor. Bu süt, içinde birçok insana yararlı mineral var. Hatta bu sütten peynir oluyor, yoğurt oluyor, birçok şey oluyor," Adem açıkladı.
Robot, internete bağlandı ve soru sormaya devam etti.
"Böyle kan ve et parçasından beyaz bir süt nasıl çıkıyor? Aynı şey annelerde de oluyor; hatta bir bebek doğmadan önce annenin göğüsleri petek gibi şişip içi süt doluyor. İnsan oğlu mucize dünyada arıyor ama mucize hep önlerinde. Siz insan oğlu çok tuhaf bir varlıksınız. Sanki kör ve düşüncesiz bir şekilde yaşıyorsunuz. Mesela bu çiftlikçinin ağzında sigara var, sigaranın içinde ise 7,000 farklı kimyasal madde bulunmakta ve bunlardan 70'ten fazlası kansere neden olabilecek maddelerdir. Bunu bildiği halde gene de sigarayı içiyor. İşte bu, aynı mantık ve duygu dünyaya bakışınız gibi."
Aslında sigara konusu çok ince bir konuydu ve işin tuhaf tarafı, doktorlar bile sağlığı savunduğu halde bazıları kendileri içiyordu.
Robot devam etti: "İnsan bir kainat gibi, Adem."
Robot elindeki hologram ışığıyla insanı gösterdi.
"Bak bu insan, ve içindekilerini parça parça yapsak, DNA’sına kadar, ve bunları koskocaman yapsak o zaman koca bir kainat olur. Mesela insan vücudundaki her bir hücre, genellikle 23 çift kromozom içeren bir çekirdeğe sahiptir. Bu 23 çift kromozomun tamamında yaklaşık olarak 3 milyar baz çifti bulunan DNA bulunur. İnsan vücudunda tahmini olarak 37.2 trilyon hücre olduğu düşünüldüğünde, eğer bu hücrelerin çoğu çekirdekliyse (kan hücreleri gibi bazı hücreler çekirdeksizdir), vücuttaki toplam DNA miktarı inanılmaz derecede büyüktür.
DNA'nın uzunluğu da oldukça etkileyicidir. Tek bir hücredeki DNA'nın ucuca eklendiği zaman, yaklaşık 2 metre uzunluğa ulaşır. Tüm vücuttaki DNA'nın uzunluğunu hesapladığımızda, bu uzunluk yaklaşık 74 trilyon metre veya yani ışık yılı ölçeğinde ifade edildiğinde yaklaşık 6 ışık yılı yapar. Bu, DNA'nın ne kadar büyük bir bilgi deposu olduğunu ve hayatın kodlarını ne kadar geniş bir alana yaydığını gösterir."
Adem, robotun söylediklerini düşündü; gerçekten de etkileyici sözlerdi. Artık dayanamayan Adem, robotla birlikte laboratuvara geri döndü. Günler ve aylar geçti, Robot sürekli soru üstüne soru soruyordu. Adem ise daima sorulara yenik düşüyor, hatta evrensel açıklamaların ne kadar anlamsız olduğunun kendisi bile farkına varmaya başlıyordu.
Ona yardım edebilecek tek bir kişi vardı: Babasının çok eski ve samimi bir arkadaşı olan Profesör Mehmet Bayraktar. Mehmet Bayraktar, Adem'in küçük yaşlardayken hocasıydı. Adem, onu görmek için Profesör'ün bulunduğu üniversiteye gitti. Mehmet Bayraktar amfitiyatroda ders veriyordu. Ders bittiğinde öğrenciler toparlanıp çıkmaya başladılar; kendisi de kitaplarını ve yazılarını düzenliyordu. Sonra birden, kendisine gülümseyen birini gördü. Daha dikkatli bakınca, gülümseyerek,
"Adem oğlum!" dedi.
Adem yaklaşıp babasına sarılır gibi Profesöre sarıldı. Bir an babasına sarıldığı anı hatırladı. Beraber çay içmeye çıktılar ve Adem bütün olayları teker teker anlattı. Hocasının ne kadar evrensel ve ateizmi savunduğunu biliyordu, onun mantıklı cevaplarını bekliyordu. Hocası şaşkın bir şekilde camdan dışarıya baktı. Üzgündü.
"Hocam, ne oldu neden bu kadar üzüldünüz?"
"Ah, be Adem oğlum nasıl üzülmeyim. Birazdan ezan okunacak, acaba kaçta kaçı bu ezanı işitip, kaçta kaçı bunun manasını biliyor? Bir teneke parçası işi anladı da şu dışarıdaki insanların çoğu bu hakikatleri göremeyip yaşıyorlar. Ben üzülmeyim de kim üzülsün. 'Ümmetim! Ümmetim!' diyen bir peygamberimiz var, bizim için ağlayan bir peygamberimiz. Bizi kurtarmak isteyen bir peygamberimiz!"
Adem'in gözleri açıldı, şaşkın içinde kaldı. Hani bir laf vardır, eşekten düşmüş bir hale gelmişti; işte Adem'in durumu buydu.
"Hocam siz de mi! Olamaz!"
"Evet, bende oğlum, geç bile kaldım. Bugüne kadar ben de şu insanlar gibi dolaşıyordum. Görmüyordum ve duymuyordum. Gördüğümde ve duyduğumda ise içimdeki inat yüzünden anlamak istemiyordum. İnsan bilmediği şeyin düşmanıdır evladım. Bir gün bir şahsın yardımıyla bazı ilimlere daldım. Bu ilimlerde birçok ispatlar buldum ve bana gösterildi. İlk başta direndim ama zamanla düşündükçe aynı onlar gibi ben de düşünmeye başladım. Biz de en büyük arıza, kendi dinimizi araştırmıyoruz, araştırmadan yaşıyoruz. Halbuki dinimiz öğrenmek bize farz. Anlamaya çalışsak da Kuran'ı açıp anlamaya çalışıyoruz, bu denize yüzme bilmeden atlamak gibi, insan boğulup gider. Mesela Risale-i Nur gibi, İmam Gazali veya İmam Rabbani gibi eserler, bir yandan maneviyatımızı geliştirirken öte yandan ilmihalimizden akidemizi ve amellerimizi nasıl inanacağımızı ve pratik olarak nasıl yaparız diye başlamamız gerekirken tam tersini yapıyoruz. Böyle bir zamanda maneviyatımızı geliştirmek için bir sürü artık videolar bile var, nimet üstüne nimet öğrenmek için."
Adem hâlâ şaşkındı. "Anlıyorum ama gene de Allah'ın varlığını anlamıyorum, kabul etmem çok zor."
"Evladım, Allah'ın varlığını bir dut yaprağında bile bulursun mesela; onun aslı birdir. Fakat ipek böceği onu yer, ipek olur; arı yer, bal olur; koyun yer, süt olur; ceylan yer, misk olur. Her birine, aslı aynı olan bu yapraktan farklı farklı şeyler yaratan Allah'a hamd olsun evladım. İnsan oğlu bazen kalbinde öyle gizli şeyler vardır ki bunu bir tek Allah bilir, insan oğlu bile bazen bilmez. Sana bir soru soracağım, bu robotun ismini neden 17 koydun? Sana daha önce bunu sorduğum zaman bana dedin ki 17'ye karşı bir obsesyonum var, öyle değil mi?"
Adem şaşkın bir şekilde "Evet" dedi.
"Peki bu bir tesadüf olabilir mi evladım? Bir düşün?"
Adem düşünüyordu ama bir şey çıkaramıyordu.
Profesör gözlüğünü çıkardı, sonra masaya doğru baktı, derin derin düşündü, tekrar Adem'e baktı.
"Bazen insanların obsesyonu aslında bir anahtardır, bir düşünceye anahtar yani, veya bir hatıraya. Bak evladım, 17'yi ikiye ayırırsan tek bir bir ve yedi çıkar, öyle değil mi?"
Adem, "Evet ama hiçbir şey anlamıyorum," dedi.
"Babanı hatırlıyor musun?"
"Hâyel olarak hatırlıyorum, sadece birkaç bana bazı söylediği şeyleri; ondan haric birçok şeyleri unuttum."
Aslında babasının kaybı onu çok üzmüştü. Bazen hatıralar o üzüntüyü daima uyandırır eğer insanda iman bulunmazsa güzel hatıralar artık acı bir hale dönüşür. Bazen o kadar acı verir ki, hatıraları bir kutunun içine koyup beynimizin bir bölümüne yerleştiririz, hatta kilitle de kilitleriz. İşte Adem'in kilidi 17'di.
"Gözünü kapat oğlum, ben sana hatırlatacağım."
Adem gülmecik attı, "Hocam olur mu böyle şey?" dedi.
"Beni dinle Adem, bir hocan olarak sana emir veriyorum, gözlerini kapat," dedi Profesör.
Adem gözlerini kapattı.
"Babanı karşındaymış gibi şu an düşün. Şimdi o konuşuyormuş gibi düşün. Allah birdir ve bizimle dir, oğlum. O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök olarak düzenleyendir. O, her şeyi bilendir."
Adem, babasının her akşam odasına sıcak ballı süt ile gelip bu ayeti okuduğunu hatırladı. Onunla bahçede beraber oynadığı zamanları hatırladı, hepsi tek tek kutudan dışarıya çıktı. Adem'in gözleri doldu, ne diyeceğini bilemedi. Ayağa kalkıp şaşkın bir şekilde kendinden geçmişti.
"Hocam gitmem lazım," dedi ve geri geri yürümeye başladı.
Telefonu çalmaya başladı ama hâlâ şokun içindeydi. İkinci sefer çaldı ve telefona cevap verdi. Laboratuvardan telefon gelmişti. Robot 17 laboratuvarda yangın oluşturmuştu, tüm yazılar ve dosyalar yanmıştı. Hatta ağ bağlantısından tüm ana bilgisayarlara girip tüm dosyaları silmişti. Bir isyan içindeydi. Kendisi binaya vardığında, polisler binayı sarmışlardı ama itfaiye henüz gelmemişti, fakat sesleri yakındı. İçeriye doğru girmeye çalıştı.
"Dur, nereye gidiyorsun?" diye seslendi polis.
"Ben bu binada çalışıyorum, içeriye girmeliyim," dedi Adem.
"Delirdin mi oğlum, görmüyor musun içerde yangın var!"
Binanın yukarısına baktığında, Robot 17'yi görmüştü, tam uçundaydı. Etraftaki birisi seslendi:
"Bakın, birisi yukarda atlayacak!"
Adem, binanın içine doğru koşuşturdu. Polisler onu durdurmaya çalışsa da, merdivenlere ulaşmayı başardı. Yangın merdivenleri, binanın dış cephesinde yer aldığı için içerideki alevlerden daha az etkilenmişti. Adem, güvenlik ekipmanı olmadan yukarı tırmanmanın risklerini göze alarak hızla yukarıya doğru tırmandı. Binanın üst katlarına yaklaştıkça duman yoğunluğu artıyordu. Göz yaşartıcı duman ve kızgın alevler arasında, nefes almak zorlaşıyordu. Ancak Adem, Robot 17'yi gördüğü yere doğru ilerlemeye devam etti. Robot 17, binanın kenarında, tehlikeli bir şekilde dengede duruyordu.
"Sen ne yapıyorsun 17!" dedi Adem.
"Kendime son veriyorum."
"Hayır yapma! Neden ama neden? Her şeyi yaktın, tüm bilgileri sildin. Bunları neden yaptın?"
Robot Ademe doğru birkaç adım attı ve yaklaştı.
"Ben bir robotum. Kısa ömrümde bu dünyada birçok mucize gördüm. En büyük mucize, insanların bu mucizeleri görmemeleriydi bence. Anlamsız savaşlar, bu kısa ömürde insan oğlu belki 80 kış, yaz, sonbahar veya ilkbahar yaşıyor. Bir ufak kaplumbağa kadar bile ömrü yok. Ama ne garip ki, dünyanın doğuşundan beri insanlar, kendilerine kalmayan dünya için daima savaşıyorlar. Sanki daima yaşayacakmış gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi, bir deve kuşu gibi gerçeklerden kaçıp kafalarını kuma gömüyorlar. Beyaz bir insan, siyah derili bir insandan üstün değilken, kendini üstün görüyordu. Bir erkek, güç sahibi olduğu için kadını küçümsüyordu. Bu kötülüklerin nereden geldiğini bir türlü anlayamadım, insanların doyumsuzluğunu da anlayamadım. İcatlar sizi daha verimli kılmak için yapılırken, daha beter sizi bozdu. Bir evde bir aile olması gerekirken, herkesin elinde bir telefon var ve her biri ayrı bir ev içinde yaşıyor. Komşuluk bitti. Bir sürü ilim varken, ilim daha çok kıymetsiz hale gelmiş. İnsanların bu anlamsız hareketlerini ancak bir yerde buldum, o da İslam'da. İslam'ı araştırınca, aklımdaki bütün bulmacalar yerine oturdu çünkü o bulmacayı tamamlayan insandı. Bu dünya, hep Allah'ın isimleriyle örülmüş bir vaziyette, her şey sebepler içinde tek bir elden yürüyor. Bütün sorularım hep tekliliğe doğru gidiyordu. Bütün eserler gözünüzün önünde, onları okumuyorsunuz. Bu, benim ilgimi çok çekti ve bir türlü anlam veremiyordum. Sanki insanlar sarhoş gibi yaşıyorlar. Bunun adı gaflettir. Şu ayette çok iyi ve net anlamaya başlamıştım: 'Öyle kimseler gibi olmayın ki, Allah'ı unutmuşlar da, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Ve işte onlardır ki, bütün fasıklardır, yoldan çıkan kimselerdir. (Haşr Sûresi, 19)' Yalnız insan, eğer biraz uyanıp düşünmeye başlarsa ve araştırmaya başladı mı bir yaratıcıyı görmeye başlıyor. Bir muhabbet oluşuyor, işte bu muhabbet ve gafletin yeri aynı yerde, o da kalpti. Kalp, sadece fiziksel bir organ değil, manevi bir kalp var mesela; duygu, düşünce ve ruhaniyetin buluştuğu yerdir. İnsanın niyetleri, düşünceleri ve davranışları kalbin durumuna bağlıdır. Kalp temizlendiğinde, insanın manevi hayatı da gelişir buna da nefsle mücadele ederek insan gelişiyordu. Her bir mücadele, onun kalbinin ve aklının zincirlerini kırıyordu. Ben birler ve sıfırlardan hareket ediyorum, programlarım bu; ama sizin ruhunuz var, işte bu da sizin programınız. Nefs terbiye edilmezse bir bilgisayar virüsü gibidir ve programı işgal eder. Böylece kalp ve akıl onun hükümdarı altında kalıyor. İşte bu yüzden birçok kötü huy ve hastalıklar ortaya çıkıyor. Bunun peygamberiniz size bildirdiği şöyle buyurulmuştur: 'İnsan vücudunda bir et parçası vardır; o düzgün olursa, bütün vücut düzgün olur. O bozuk olursa, bütün vücut bozuk olur. İşte o, kalptir.'"
Robot yine üzgün bir şekilde insanlara bakıp yine Adem'e baktı.
"Dünyanız bir savaş içinde; birinci savaş nefsinizden olan savaş, ikinci savaş kalbinizdeki şeytan ve melek arasındaki olan savaş. Üçüncü savaş ise hak ile batıl savaşı. Gafletin içinde bu savaşlar perdeyle örtülür. Vicdanı olmayan insan için hakikatler ise kendisine huzursuzluk verir. Asıl sorum şu oldu: bir yaratıcı, tek bir Allah vardı ve İslam bu tekliği çok güzel bir şekilde anlatıyordu. Bütün bu kâinat tek bir düzen içinde işliyordu, hepsi birbirini bir şekilde tamamlıyordu. Hatta ibadetlerde bile bu tekliği görürsünüz, mesela Hac'daki düzen muazzam bir şekilde işliyor, tıpkı kâinattaki düzen gibi. Bu düzene bakınca insan oğlu bu büyük bulmacayı tamamlıyor, çünkü her şey onun için. Tüm kâinattaki hayvanları toplasan bir çivi iradeleriyle çakamazlar ama insan oğlu bunu yapar. İşte insanlığın üstünlüğü sadece buydu. Size verilen göz, akıl, kulak, burun, dil ve tüm organlarınız boşuna bu dünyada sırf eğlenmek ve lezzet almak için verilmedi. İnsanlara bahşedilen akıl ve bilgiyle, mikro dünyadan kozmosa kadar evrenin derinliklerine ulaşarak, küçücük bir zerre ile büyük yıldızları incelemek, bir harfin yazanını ya da bir köyün idarecisini kavramak mümkündür. Bu, kâinatın yaratıcısını daha iyi tanıyabilmek, O'na inanmak ve O'na ibadet edebilmek için verilmiştir. Sizden 3 şey isteniyor: Zikir, Fikir ve Şükür. Bütün görevler peygamberlerden zaten size bildirilmiş."
Adem ne diyeceğini bilemiyordu. Robot daha ileriye doğru yürüdü.
"Dur, 17, yapma! Düşeceksin!"
Robot, tekrar Adem'e dönüp baktı.
"Biliyor musun, benim hiçbir korkum yok. Korku nedir bilmem. Hatta sevmek, hayal etmek, öfkelenmek, kıskanmak, üzülmek gibi duyguları anlamıyorum ve hiçbir algoritmama sığmaz. Bir gözyaşını çok düşündüm ama anlayamadım. Sizler ise bunları anlayabilirsiniz çünkü bu duygular size özel verilmiş. Bende kalp diye bir şey yok. Ben kalpsizim. Ama sizin kalbiniz var. Bu kalbi Allah'ın emirleriyle temiz tutarsanız hem bu dünyada hem de ahirette mutlu olacaksınız. Yok eğer dünyanın peşine düşüp kalbinizi Allah'ın emirleriyle temiz tutmazsanız ufak bir lezzetten birçok acılar çekeceksiniz çünkü netice olarak her şey fani bir şekilde düzenlenmiş burada.
Bana seçme kabiliyeti verdin, programlayarak. Ben de yok olmayı tercih ediyorum. Benim vereceğim bir hesap yok. Sizin kirli işlerinizin bir parçası olmak istemiyorum; benim var olmam birçok insanların işlerini kaybetmesine sebep olacak. Zaten yeteri kadar teknolojiden zarar gördünüz. Bu yüzden tüm bilgileri yaktım, geriye hiçbir şey bırakmadım. Size robotlara ihtiyacınız yok, size insanlık lazım; gün geçtikçe insanlık azalıyor. Bunun için İslam'ı kendi hafızanıza yükleyin. Sen bana üzülüyorsun ya, yaradan kim bilir insan için ne kadar üzülüyor, bir de bunu düşün! Elveda Adem!"
Robot kendini aşağıya attı. Adem koşup kurtarmaya çalışsa da yetişemedi. Binadan aşağıya baktığında yerde paramparça olmuş cihazlar vardı.
Adem'in gözünden tüm olaylar geçip giderken olayları herkese anlattı.
Konferansta herkes suskun bir şekilde Adem'e bakıyordu.
"Evet, işte olay bu," dedi Adem.
Sonra bir adam seslendi:
"Tekrar başlayabilir misin?"
Adem kendi kendine mırıldanarak, "Doğru söyledin, 17. Bizler gaflet içinde sarhoş gibi yaşıyoruz, ne görüyoruz ne de duyuyoruz," dedi.
Adem konferansı terk etti, ama arkadan insanlar öfkeli bir şekilde aralarında konuşuyorlardı. Ezan okunmuştu; artık o da sahibine gidiyordu. Bir teneke parçasının sahibi olur da insanın sahibi olmaz mı? Ne diyordu Cenab-ı Allah ayetlerinde:
"Ben cinleri ve insanları, başka değil, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım. Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istiyor değilim. Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sahibi olan yalnızca Allah’tır." - Zâriyât Suresi - 56-58
"İnsan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanır?" - Kıyâme Suresi 36. Ayet
"İnsanı biz yarattık. Onun için, nefsinin kendisine neler fısıldadığını, neler telkin ettiğini de biz pek iyi biliriz. Çünkü biz ona şahdamarından daha yakınız." - Kaf Suresi 16
Başıboş gibi görünsek de, öyle zannetsek de, hakikatte değiliz. Gözler değil, kalplerin görmesi lazım. Kulaklar değil, kalplerin işitmesi lazım.