Akşam saatleriydi, gün boyu süren yorgunluğun ardından Ismail mutfak masasının başına geçmiş, önündeki yemeği yavaşça kaşıklıyordu. Televizyonda bir futbol maçı vardı; ekrandaki oyuncuların heyecanı ve spikerin coşkusu odayı dolduruyordu. Ismail’in gözleri ekrana kilitlenmişti, o sırada eşi Fatma mutfakta ocağın başında telaşla bir şeylerle uğraşıyordu. Arada bir kocasına bakıyor, onun bu vurdumduymaz hâlini izleyip iç çekiyordu.
Fatma, bir süre sessizliğini korusa da nihayet dayanamayıp sordu:
“Ismail, şu musluklar hâlâ akıtıyor. Ne zaman tamir edeceksin?”
Ismail, gözünü televizyondan ayırmadan, elindeki ekmeği çorbasına bandı. Spikerin sesi yükseldi: “Gol pozisyonu! Off! Gene kaçırdılar!” dedi sinirle.
Ardından, sanki Fatma’nın biraz önce söylediklerini yeni duyuyormuş gibi, “Şey, ne dedin?” diye ekledi.
Fatma, yüzündeki sabırsız bir ifadeyle, kelimeleri bir kez daha tekrarladı:
“Muslukları dedim! Ne zaman düzelteceksin? Kaç ay oldu!”
Ismail, elindeki kaşığı tabağına koydu. Bir an sessiz kaldı, sonra başını ekrandan çevirmeden mırıldandı:
“Bu hafta içinde yapmaya çalışırım.”
“Geçen hafta da aynısını söyledin, Ismail!”
Ismail, tabaktaki yemeğini sessizce kaşıklamaya devam etti. Bu tür konuşmalar ona artık alışılmış bir döngü gibi geliyordu. Ancak bu kez içinde bir huzursuzluk kıpırdandı. Huzursuzluk, yerini hızla sinire bırakıyordu. Kaşığı bırakıp gözlerini tabağına dikti.
“Bu yemeğin tuzu bayağı eksik,” dedi
Fatma, ocağın başından dönüp, sinirli bir şekilde mutfak tezgâhını işaret etti:
“Tuz orada, Ismail!”
Bu sözler, Fatma’nın artık dayanma sınırını aştığını gösteriyordu. Ismail, bir an karısına baktı, ama bir şey demedi. Sessizlik odada yankılandı. Her ikisi de öfkelerini bastırmak için sessizliği seçtiler. Akşam yemeği, hırçın bir rüzgâr gibi gerilimle dolmuştu.
Hüseyin, elinde oyuncak uçağıyla oturma odasında oradan oraya koşturuyordu. Minik ayaklarıyla halının üzerinde dolaşırken uçak, tavan arasında süzülüyormuş gibi havada dalgalanıyordu. Babasının izlediği futbol maçı, Hüseyin’in umurunda bile değildi. Onun tek derdi, babasının dikkatini çekmekti.
Tam da babasının ekranın başında heyecanla gol anını beklediği bir sırada, Hüseyin uçağını babasının önünde, televizyonun tam önünde uçurmaya başladı. Gözleri babasının gözlerine dikiliydi. Ama Ismail, başını kaldırıp oğluna bakmak yerine sinirle homurdandı:
“Oğlum, televizyonun önünden geçmesene! Görmüyor musun, maç izliyorum?”
Hüseyin, bir anlık çekingenlikle kenara çekildi. Ama birkaç saniye geçmeden, yine elindeki uçağı babasının önünde uçurmaya başladı. Ismail bu kez daha sert bir ses tonuyla bağırdı:
“Oğlum! Sana televizyonun önünden çekil dedim! Bak, odana yollarım seni ha!”
Küçük Hüseyin, babasının sesindeki sertlik karşısında donakaldı. Gözleri dolmuştu, ama babasına belli etmemek için yüzünü yana çevirdi. Elindeki uçağı yavaşça yere indirdi ve salondan ağır adımlarla uzaklaştı.
Fatma, bu sahneyi mutfak kapısının kenarından izliyordu. İçinde bir şey kırılmış gibiydi. Hüseyin’in yüzündeki hayal kırıklığını görmüştü. Oğlunun, babasından tek istediği biraz sevgi ve ilgi değil miydi? Belki babasıyla yere oturup o uçakla birkaç dakika oynamak, onun için dünyalara bedeldi. Ama Ismail, bu fırsatı her seferinde kaçırıyordu. Fatma’nın içindeki sessiz öfke ve üzüntü giderek büyüyordu.
Ismail’in maça dalmış bakışları, Fatma’nın zihninde bir hayal kırıklığı silsilesini canlandırdı. Kocası eskiden de futbolu severdi, ama şimdi bu tutku, ailesinden bile daha önemli bir hâle gelmişti. İşten eve geç saatlerde geliyor onlarla geçirdiği yarım saat bile bazen dalgın, ruhsuz bir şekilde akıp gidiyordu.
Fatma, ocağın başında duran çorbayı karıştırırken düşüncelere daldı. Kalbinin derinliklerinde, bu sessiz soğukluğu kırmanın bir yolunu bulması gerektiğini biliyordu. Ama nasıl?
Fatma’nın sesi, mutfakta tencerenin kapağını kapatırken hafif titredi. Cesaretini toplaması gerekiyordu, çünkü bu konuşma belki de son zamanların en zorlarından biri olacaktı. Derin bir nefes alıp oturma odasına geçti ve Ismail’in karşısına oturdu. Ismail’in gözleri yine televizyondaydı, futbolcular sahanın bir köşesinde top çevirmekle meşguldü.
“Ismail bu hafta Hüseyin’i ablamlara bıraksak da şöyle bir baş başa yemeğe gitsek olmaz mı? Biraz nefes alırız. Hem Hüseyin de kuzenleriyle oynar, iyi olur.” dedi Fatma
Ismail, gözünü televizyondan bir an bile ayırmadan, sanki söylediklerini işitmemiş gibi homurdandı:
“Yemek mi? Ne yemeği?”
“Baş başa yemeğe çıkalım diyorum. Sadece sen ve ben, haftalardır hiçbir şey yapmıyoruz. Hüseyin’i ablamlara bırakırız.”
Ismail sonunda başını çevirip ona baktı, ama yüzündeki ifade donuk ve ilgisizdi.
“Olabilir, bakarız,” dedi, ardından tabağındaki yemeği kaşıklamaya devam etti. Sesi soğuk ve uzak, sanki kendisiyle alakası olmayan bir konudan bahsediliyordu.
Fatma’nın gözleri doldu. Bu kayıtsızlık, her zamanki gibi ruhunu acıtıyordu. Ama bu kez, içinde bir şey kırıldı. Kelimeler ağzından istemsizce döküldü:
“Onu da oluruna bırak Ismail, her şey gibi.”
Ismail’in eli kaşığında dondu. Bakışları hızla karısına döndü. Yüzünde bir öfke parıltısı belirdi. Bir anda sesini yükseltti:
“Eee, artık yeter ya! Sürekli şunu yapalım, bunu yapalım, buraya gidelim. Nedir bu ya? Bütün gün çalışıyorum, yetmiyor mu? Söyle, benim de dinlenmek hakkım değil mi?”
“Senin hakkın Ismail, peki ya benim? Ya bu çocuğun hakkı? Bizim hakkımız yok mu?”
Ismail, bu sözlerle daha da sinirlendi. Kaşığı tabağa bıraktı, sandalyede dikleşti ve daha yüksek bir sesle cevap verdi:
“Hak mı? Daha ne yapayım? Çalışıyorum, ekmek getiriyorum. Sizi neden mahrum ediyorum? Ne isterseniz alıyorum!”
“Bir tek bu mu, Ismail? Bir tek bununla mı baba veya koca olunuyor? Para getiriyorsun diye her şey tamam mı sanıyorsun?
Ismail’in bu sözler karşısında yüzü kıpkırmızı oldu. Kalbindeki öfke birden ağrılı bir kırgınlığa dönüştü.
“Ne yani? Ben baba ya da koca değil miyim? Beğenmiyorsan ayrılalım, Fatma. Bu iş bitsin!”
Bu kez Fatma dayanamayıp masaya vurarak ayağa kalktı. Gözleri öfkeyle dolmuştu.
“Yeter artık, Ismail! Hep aynı tehdit, hep aynı cümleler. Ayrıl, ayrıl! Hep bunu söyleyip duruyorsun. Madem istiyorsun, ayrıl! Hadi, yap bunu da, Ismail!”
Ismail ve Fatma, birbirlerine bir şey söylemeden, içindeki tüm duyguları bir çarpışma gibi yaşamış iki yabancı gibi kaldılar.
Hüseyin, odasının kapısından başını hafifçe dışarı çıkarmış, annesiyle babasının sert tartışmasını izliyordu. Hemen yatağının kenarında duran, çok sevdiği oyuncak ayı kuklasına sarıldı. Kuklanın pofuduk kollarını sıkıca tuttu, onu göğsüne bastırdı.
“İyi olacak, Yumoş. Değil mi? Babam gitmeyecek, değil mi?” dedi
Ama gözlerinden süzülen yaşlar, yüreğindeki korkuyu bastıramıyordu. Hüseyin’in zihni bir anda kendini suçlamaya başladı:
“Hep benim yüzümden… Eğer televizyonun önüne geçmeseydim, kavga etmezlerdi. Eğer iyi bir çocuk olsaydım…”
Bir cetvel aldı, minicik ellerine vurup kendini cezalandırmaya başladı. “Benim suçum…” diyordu, gözyaşları yanaklarından süzülürken.
Bu sırada Ismail ceketini kaptı ve sert bir sesle bağırdı:
“Fatma, seni boşayacağım, anladın mı? Artık burama kadar geldi!”
Cümlesi evin duvarlarına çarpıp yankılandı. Kapıyı sertçe çarparak çıktı. Fatma, bu çıkış karşısında dizlerinin bağı çözülmüş gibi bir sandalyeye oturdu. Yüzü ellerine gömülü, gözyaşları sessizce süzülüyordu.
Ismail, öfkesinin pençesinde sokakta bir o yana bir bu yana yürüyordu. Ayağına takılan bir tenekeye kızgınlıkla vurdu. Teneke, kaldırımın kenarında bir yerlere savruldu. Kalbi sıkışıyordu, nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu. Gözleri, yol kenarında park etmiş bir taksiye ilişti. İçeride yaşlı bir adam, elinde küçük bir kitapla bir şeyler okuyordu. Kitabın kapak tasarımı Kur’an’a benziyordu.
Ismail, yavaşça taksiye yaklaşıp cama vurdu. Adam, başını hafifçe kaldırdı, parmağını işaret ederek bir dakika beklemesini söyledi. Sonra okuduğu kitabı bitirdi, dudaklarına götürüp öptü ve dikkatlice taksinin önüne yerleştirdi. Camı aşağı indirdi ve huzurlu bir sesle:
“Buyur evlat,” dedi.
“Amca, boş musun? Beni götürebilir misin?”
“Tabii ki evlat. Buyur geç” dedi
Taksi şoförü Sadık Amca, oldukça yaşlıydı. Beyaz sakalı ve nur yüzü, yılların bilgeliğini taşıyordu. Sesi babacan, ama aynı zamanda yumuşaktı. Ismail, arka koltuğa oturdu.
“Nereye, evlat?” diye sordu Sadık Amca.
“Fenerbahçe Parkı,” dedi Ismail, gözlerini kaçırarak.
“Tamam evlat” dedi hafifçe basarak yola çıktı.
Arabanın içi sessizdi. Ismail, camdan dışarı bakıyor, içinde biriken öfke ve hüznü bastırmaya çalışıyordu. Sadık Amca, bir süre onu göz ucuyla izledi, sonra hafifçe sordu:
“Adın ne, evlat?”
“Ismail, Amca.”
“Benimki de Sadık. Tanıştığıma memnun oldum.”
“Ben de, Sadık Amca,” diye mırıldandı Ismail, tekrar dışarı bakmaya devam ederek. Telefonu çalmaya başladı. Ama Ismail, çalan telefona bakmadı.
Sadık Amca, direksiyonu hafifçe döndürerek yola odaklanırken birden:
“Hanim meselesi mi, evlat?” diye sordu.
“Evet… Ama nasıl anladınız?” diye sordu.
“Evlat, 70 yaşındaki bu gözler, gözlük taksa da bazı şeyleri hâlâ iyi görür. Ama bazen mesele gözle görmek değil, hâl ile anlamaktır. İnsan, duyarlı olursa birçok şeyi görebilir. Duyarsız olursa, baktığını sanır ama aslında hiçbir şey görmüyordur.”
Ismail, bu sözlerin ağırlığı karşısında sessizleşti. Camdan dışarı bakmaya devam etti. Sadık Amca onun içindeki karmaşayı ve sessiz öfkeyi hissediyordu. Hafifçe gülümseyerek, yumuşak ama derin anlamlar taşıyan bir cümleyle söze girdi:
“Olur böyle şeyler, evlat. Hepimizin başına gelir.”
Ismail, kaşlarını çatarak cevap verdi:
“Olmuyor ama, Amca. Salih bir kadın bulamadık ki! Şöyle, kocasına hizmet eden, onun etrafında dönen bir kadın…”
Sadık Amca, aynadan ona hafifçe bakarak, ince bir tebessümle konuştu:
“Hûrilerden mi bahsediyorsun evlat?”
“Ne? Hûriler mi?” Ismail şaşkın bir şekilde geri sordu.
“Evet,” dedi Amca sakin bir sesle, “Senin anlattığına göre hûrilerden bahsediyorsun.
Evladım, insanız. Hepimiz hatalar yapmaya açığız. Melek değiliz, değil mi? Melekler hata yapmaz. Biz ise her an hata yaparız, bazen farkında bile olmadan. Ama Cenâb-ı Allah o kadar merhametli ki, tövbe kapısını her zaman açık bırakıyor. Eğer O, hatalarımızı affetmeseydi, şu dünyada hiçbirimiz yaşamazdık.
Şunu da bilmelisin evlat: Bazen kendimiz hatalıyken, hep karşı tarafta hatayı buluruz. Bu da insanın kusuru. Gurur ve kibir varsa, kişi hatasını asla üstlenmek istemez. Ama bazen de hatalarımızı görmek için bir aynaya ihtiyacımız olur. Çünkü insan, kendi kusurlarını fark edemez. Ayna olmazsa, kendimize çeki düzen nasıl veririz, değil mi?”
Ismail, Sadık Amca’nın söylediklerini dinliyordu ama kafası hâlâ karışıktı. Sessizlik içinde bir süre devam ettiler. Sonra Sadık Amca, sanki Ismail’in zihninden geçenleri biliyormuş gibi sordu:
“Sana bir soru sorayım, evlat. Bak bakalım, hatalı mısın, değil misin?”
“Ne sorusu?” diye sordu, hafif bir tereddütle.
Sadık Amca, gözlerini bir an bile yoldan ayırmadan cevap verdi:
“En son ne zaman hanımınla baş başa yemek yedin? Onun için en sevdiği bir şeyi ne zaman yaptın?”
Ismail, bu soruya cevap veremedi. Bir süre düşündü ama aklına bir şey gelmedi. Sessizlik arabanın içine yayıldı.
Sadık Amca, hafifçe başını sallayarak devam etti:
“Evlat, bak… Hanımını ilgisiz bırakmışsın. Bir kadın sadece ekmekle, yemekle yetinmez. İlgilenilmek, değer görmek ister. İnsan sevildiğini hissetmediğinde uzaklaşır. Sen önce kendine bir bak. Ona zaman ayırmazsan, hataları hep onda bulursun. Ama o hataları belki sen başlatmışsındır, düşündün mü hiç?”
Ismail, Sadık Amca’nın bilgece sözlerinden etkilenmiş gibi görünse de hâlâ içindeki öfke ve kararlılığı bastıramıyordu.
“Ne olursa olsun, artık bu işe son vereceğim. Bu böyle devam edemez.”
Sadık Amca, sakin bir şekilde direksiyonu çevirirken dikiz aynasından Ismail’e baktı.
“Evlat, çoluk çocuk var mı?” diye sordu.
“Bir tane oğlum var.”
“Maşallah,” dedi Amca. “Kaç yaşında?”
“Beş,” dedi Ismail, kısa ve kesik bir cevapla.
“Allah bağışlasın,” dedi Sadık Amca, yumuşak bir tebessümle. Sonra daha ciddi bir tonda devam etti:
“Hanımınla tartıştığınızda, oğlun ne yapıyordu? Nasıl bir durumdaydı?”
Ismail omuz silkti.
“Odasındaydı. Bence hiç umursamadı bile. O da anası gibi vurdumduymazdır zaten,” dedi, biraz sert bir sesle.
“Acaba öyle mi, evlat? Hiç düşündün mü, belki de şu an en çok acıyı çeken odur.”
Ismail, bir an sessizleşti. Sadık Amca’nın sözleri, zihninde yankılanıyordu. Daha önce oğlunun bu durumdan nasıl etkilenmiş olabileceğini hiç düşünmemişti.
“Bak, ne diyeceğim,” dedi Sadık Amca, Ismail’in dalgın hâlini fark ederek. “Gel seni benim semtime götüreyim. Orada kendi evlatlarımı tanıştırayım seninle.”
Ismail şaşkın bir şekilde baktı.
“Bilmiyorum ki… Yol uzamasın, çok gecikmeyelim,” dedi tereddütle.
“Merak etme, yolumuzun üzerinde zaten. Hem fazla zamanını almayacak.”
Ismail, bir an düşündü. İçinde hâlâ öfke ve karmaşa vardı, ama Sadık Amca’nın sözlerindeki samimiyet onu biraz olsun rahatlatmıştı.
“Peki,” dedi sonunda. “Gidelim bakalım.”
Taksi, dar bir sokağa döndüğünde çocukların neşeli sesleri havayı doldurdu. Sokağın ortasında bir grup çocuk, yere tebeşirle çizilmiş kalelerin önünde top oynuyordu. Çocuklar, taksiyi görünce oyunu bırakıp arabanın peşinden koşturmaya başladılar. Hepsi heyecanla bağırıyordu:
“Sadık Amca geldi! Sadık Amca!”
Ismail, şaşkınlık içinde camdan dışarı bakıyordu. Gözleri, taksinin peşinden koşan çocukların mutluluk dolu yüzlerine takılmıştı. Hâlâ olan biteni anlamaya çalışırken, Sadık Amca direksiyonu bir kenara kırıp arabayı park etti.
“Bu çocukların tümü sizin değildir sanırım?” diye sordu Ismail.
“Hayır, evlat. Onlar benim manevi çocuklarım. Mahallenin çocukları… Ama onları kendi evlatlarım gibi severim.”
Arabayı durdurduktan sonra arabadan bir kâğıt torba aldı ve Ismail’e dönerek:
“Hadi, gel bakalım,” dedi.
Arabadan inince, çocuklar neşeyle Sadık Amca’nın etrafında toplandılar. Hepsi onu sevgi dolu bir şekilde karşılıyor, ellerinden tutuyor, “Sadık Baba nasılsın?” diye hal hatır soruyorlardı. Sadık Amca, torbadaki şekerleri çıkarıp tek tek çocuklara dağıttı. Her birinin başını okşadı, yüzüne sevgi dolu bir bakışla baktı ve kısa sohbetler etti:
“Okula nasıl gidiyorsun, yavrum? Derslerin nasıl?”
“Annen nasıl, oğlum? İyi mi?”
Çocuklar neşe içinde şekerlerini alıp dağıldılar, ama hâlâ Sadık Amca’nın yanından ayrılmak istemiyorlardı. Ismail, bu sahneyi sessizce izliyordu. Sadık Amca’nın yüzündeki şefkat, sesindeki yumuşaklık ve çocuklara gösterdiği içten ilgi, Ismail’i derinden etkilemişti. İçinden, “Ne kadar güzel bir insan,” diye geçirdi. Ama onun bu güzelliğinin sebebini düşündükçe daha da derinleşti.
Aslında, Sadık Amca’yı güzel yapan sadece dış görünüşü değil, üstün ahlakıydı. Peygamberimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)’in ümmetine bıraktığı o ahlak mirası, Sadık Amca’nın her hareketinde hayat buluyordu. Ismail, bu sevgiyi ve merhameti gördükçe, insanın Rabbinin rızasını kazandıkça nasıl güzelleştiğini fark etti.
Kendi kendine sordu:
“Bir insan Rabbini tanıdıkça, alçaldıkça, merhamet sahibi oldukça nasıl böyle güzel olmasın ki?”
Sadık Amca ve Ismail yan yana yürürken, sessizlik içinde adımlarını sürdürdüler. Ismail, merakla sordu:
“Hiç çocuğunuz oldu mu, Amca?”
Sadık Amca’nın yüzü bir an ciddileşti. Gözlerinde geçmişin izleri belirdi. Ama yine de huzurlu bir tebessümle cevap verdi:
“Hayır evlat, olmadı. Maalesef bizim çocuğumuz olmuyor.”
Bir an durdu ve geçmişin sisli anılarına daldı. O ilk doktora gittikleri günü hatırladı. Hastanenin beyaz duvarları arasında doktorun söyledikleri hâlâ kulaklarında yankılanıyordu:
“Sadık Bey ve Menekşe Hanım, bu raporlara göre maalesef çocuk sahibi olma ihtimaliniz yok. Tıbben de bu mümkün görünmüyor.”
O an, Menekşe Hanım’ın gözlerinin dolduğunu, sanki dünyası yıkılmış gibi ellerinin titrediğini hatırladı. Hastaneden çıktıklarında ikisi de konuşmuyordu. Sessizce yakınlardaki bir parka oturdular. Menekşe daha fazla dayanamadı ve ağlamaya başladı.
“Neden ağlıyorsun, Menekşe?” diye sordu Sadık, elini eşinin omzuna koyarak.
“Nasıl ağlamayayım, Sadık? Sana bir evlat veremeyeceğim… Beni artık boşamalısın. Senin bir çocuğun olması senin hakkın. Ben bu yükü taşıyamam.”
Sadık, Menekşe’nin gözyaşlarını sildi. Ardından, yüzünü iki eliyle tutup ona sevgi dolu bir bakışla gülümsedi:
“Olsun,” dedi. “Varsın olmasın. Ben seninle bu yolda beraber yürüdüm, seni yarı yolda asla bırakmam. Evet, çocuklarımız belki olmayacak. Ama Rabbim bana dünyanın en güzel hanımını verdi. Her şeyde bir hayır vardır. Belki biz Hâbil beklerken, karşımıza Kâbil gelecekti.”
O anda Menekşe’nin yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Sadık Amca’nın zihni bu anıları tekrar yaşarken, şimdiki zamana döndü. Ismail’e dönerek devam etti:
“Evlat, hanımım ve ben çocuğumuz olmasa da dışarıdaki çocuklara kendi evlatlarımız gibi baktık. Onlara sevgiyle yaklaştık. Her hafta tatlılar yapar, mahalledeki çocuklara dağıtırdık. Onlar mutlu oldukça, biz de mutlu olurduk. Allah rızasını kazanmaya çalıştık. Ama son zamanlarda hanım kötü bir hastalığa yakalandı… Bu yüzden artık yalnızım. Şimdi sadece şeker dağıtıyorum. Gine de çocuklar çok seviniyor.”
Taksiye binip yollarına devam ettiler. Nihayet Fenerbahçe Parkı’na vardılar. Sadık Amca arabayı kenara çekip motoru durdurdu.
“Evet evlat, vardık,” dedi Sadık Amca, sıcak bir tebessümle.
Ismail bir süre taksiden inmeden oturdu. Kafasında dolaşan düşünceler, onu biraz yavaşlatmış gibiydi. Sonunda başını kaldırıp
Sadık Amca’ya baktı:
“Amca, bana biraz eşlik edebilir misiniz?”
Sadık Amca, her zamanki gibi gönülden bir tebessümle başını salladı:
“Elbette evlat, hadi yürüyelim.”
İkisi yan yana, denizin kenarında yürümeye başladılar. Hafif bir meltem esiyor, uzaklardan martı sesleri duyuluyordu. Ismail birkaç dakika boyunca konuşmadı, ama sonunda içindeki soruları daha fazla tutamayarak sordu:
“Amca, eşiniz hastalanmış dediniz. Peki, bu yükü nasıl kaldırıyorsunuz? Nasıl sabır ediyorsunuz?”
Sadık Amca yüzündeki huzur hiç bozulmadan konuşmaya başladı:
“Evlat, buna yük denmez. İlk olarak, o bana Cenâb-ı Allah’ın bir emaneti. Allah-u Teâlâ bize Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki:
‘Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınarız. Sabredenleri müjdele!’
(Bakara Suresi, 2:155)
Sabır edeceğiz, evlat. Allah için biz birbirimizi sevdik. O da eminim ki benim için aynısını yapardı. Hâline her zaman şükretmelisin. Ben her gün Allah için eşime 24 gül ayırıyorum.”
“24 gül mü? Her gün mü? Nasıl yani, Amca? Her gün eşinize 24 gül mü alıyorsunuz?”
“Hayır, evlat. Gerçek güller değil. Her gül, ona verdiğim bir saati temsil ediyor. Hani eşim hastalandı demiştim ya? Alzheimer oldu. Artık her gün uyandığında ona kim olduğunu ve beni hatırlatmam gerekiyor. Her gün, sevgimi yeniden inşa ediyorum. Sabah, onun gözlerini açtığı ilk anlarda yanındayım. Ona fotoğraflarımızı çıkarıp eskiden yaşadıklarımızı anlatıyorum. Ona yazdığım şiirleri okuyorum. Elleriyle çay içerken, bazen saçlarını okşuyorum. Her gün, onu kendime yeniden sevdiriyorum.
Hergün ilk anlarımızı yaşıyoruz. Derken omuzuma yaslanarak uyumaya başlıyor. Onu kollarıma alıp yatağına götürüyorum. Ve sonra ertesi gün… her şey sil baştan oluyor. Ama yılmadan, bıkmadan aynı sevgiyi yeniden gösteriyorum. İşte benim her gün ona verdiğim 24 gülden kastım bu, evlat.”
Ismail, Sadık Amca’nın sözlerinden sonra kendini bir anda sorgulamaya başladı. Şaşkınlık ve suçluluk duygusu içinde, hayatında yaptıklarını ve yapmadıklarını düşünmeye koyuldu. Zihni bir film şeridi gibi dönüyor, hanımının ona söylediklerini birer birer hatırlıyordu. Ekranın karşısında futbol izlediği anları, hanımının “Beraber bir yemek yiyelim,” teklifini … Hepsi, karanlık bir odanın içindeymiş gibi kafasında canlanıyordu.
Sonra oğluyla yaşadığı anılar zihninde belirdi. Hüseyin’in televizyonun önüne geçip dikkatini çekmeye çalıştığı anlar, babasını taklit ederek traş olmaya çalıştığı ama bunun yerine azarlanıp geri çekildiği sahneler. Oğlu ve hanımı hep mahrum kalmış, hep ihmal edilmişti.
Bu düşünceler, Ismail’i iyice sarstı. “Futbol ve iş,” diye düşündü. “Hayatımın büyük bir kısmını hapsedip beni onlardan uzaklaştıran şeyler…”
Ama birden içinden gelen başka bir sesle irkildi. Nefsi ve şeytan ona fısıldıyordu:
“Hayır, hayır, bu kadar da kendini suçlama. Hem senin ne suçun var ki? Onların mutsuzluğu senin hatan değil. Kendine bu kadar yüklenme!”
Şeytanın en sevdiği şey, yuvaları yıkmaktır. İnsan nefsi, iman etmediği sürece şeytanın etkisine açık kalır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şeytanın özellikle aile bağlarını ve evlilikleri hedef aldığını açıkça belirtmiştir. Bu konuda geçen meşhur hadis şöyledir:
"Şeytan, tahtını su üzerine kurar ve ordularını (insanları yoldan çıkarmaları için) gönderir. Onlardan Allah’a en uzak olanı, insanları en çok fitneye düşürenidir. İçlerinden biri gelip der ki: ‘Ben falanı şöyle şöyle yaptım.’ Şeytan ona, ‘Sen hiçbir şey yapmamışsın.’ der. Sonra bir başkası gelir ve der ki: ‘Ben, bir karı ile kocayı birbirinden ayırıncaya kadar peşlerini bırakmadım.’ Bunun üzerine şeytan onu kendisine yaklaştırır ve, ‘Sen ne iyi bir iş yaptın!’ der."
(Müslim, Münafıkûn, 67; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/314)
Ismail devam etti:
“Peki Sadık Amca, gine soruyorum: Bu kadar şeye rağmen, nasıl sürdürebildiniz? Yani, belki de diyorum, hiç evliliğinizde problem yaşamadınız… Bu mümkün olabilir mi?”
Sadık Amca, bu soruya hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi.
“Evladım, problemsiz hiç evlilik olur mu? Evlilik dediğin, sabırla ve sevgiyle yoğrulan bir yolculuktur. Her evlilikte inişler, çıkışlar olur. Hatta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bile evliliklerinde problemler yaşamıştır. Bak mesela, ‘İ’lâ Hadisesi’ olarak bilinen bir olay var.”
Ismail dikkatle dinlerken, Sadık Amca devam etti:
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir dönem eşlerinin dünya nimetlerine olan talepleri ve aralarındaki kıskançlıklar nedeniyle bir ay boyunca evinden ayrılmıştı. Bu olay, ‘İ’lâ Hadisesi’ olarak bilinir. Eşleri, dünya ziyneti ve bolluk talep edince, Peygamberimiz (s.a.v.) onlara şöyle sormuştu: ‘Allah’ı ve ahireti mi, yoksa dünya nimetlerini mi tercih ediyorsunuz?’ Bu süreçte Peygamberimiz, Meşrebe adında bir çardakta yalnız yaşamayı tercih etti.
Sahabeler, bu olay sırasında Peygamberimizin hanımlarını boşadığına dair endişelenmişlerdi. Ancak, Hz. Ömer durumu öğrenip rahatlamıştı. Bir ay sonunda Peygamber Efendimiz (s.a.v.), eşlerine sabırla ahireti ve sadakati öğütledi. Onlar da bu öğüdü kabul ederek sadakatlerini gösterdiler.
Ismail, bu anlatılanlardan etkilenmişti. “Demek ki, en güzel ahlaka sahip olan kişi bile evliliğinde sorunlar yaşamış…” diye düşündü.
Sadık Amca, bir an duraksadı, sonra ekledi:
“Bir de Hz. Ali ve Hz. Fatıma arasındaki bir olay var. Bu da güzel bir örnektir.”
Ismail’in merakı artmıştı. “Ne olmuş?” diye sordu.
“Bir gün Peygamberimiz, kızı Hz. Fatıma’yı ziyaret ettiğinde, Hz. Ali’nin bir tartışma sonrası evi terk ettiğini öğrenmiş. Peygamberimiz, Hz. Ali’yi mescitte, toza bulanmış bir halde bulmuş. Ona sevgiyle yaklaşarak, ‘Kalk ey Ebû Türâb’ demiş. Bu, Hz. Ali’nin tozla kaplandığını ima eden bir lakaptı ama içinde sevgi vardı. Peygamberimiz onun üzerindeki tozu silmiş ve onu sakinleştirmiş.
Bu içten yaklaşımı, Hz. Ali’nin gönlünü yumuşatmış. Hz. Fatıma’yı bir daha üzmemeye söz vermiş. Peygamberimiz ise o an, ‘Nasıl sevinçli olmayayım, en aziz olanlarımı barıştırdım,’ diyerek mutluluğunu dile getirmiş.
Sadık Amca, Ismail’in dikkatle dinlediğini fark edince yüzünde huzurlu bir tebessümle konuşmaya devam etti:
“Evlat, bizler Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) örnek almalıyız. O her şeyin zirvesindeydi. Onun ahlakını, davranışlarını takip eden kişi, hem Allah’ın rızasını kazanır çünkü tam Allah’ın istediği şekilde hareket eder, hem de bu dünyada huzurlu bir yaşam sürer. Unutma, İslam zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için buradadır.
Peygamberimizin hayatına baktığımızda, hem fiziksel hem de ruhsal sağlığımız için, hem de toplumsal barış ve huzur açısından en güzel yolu gösterdiğini görürüz. O’nun adaleti, nezaketi ve sevgisi sadece bir bireyin değil, tüm bir toplumun kurtuluşu için bir örnektir. Sana bir örnek vereyim; Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Hz. Âişe Annemize karşı nazik ve sevgi dolu davranışlarından iki küçük ama derin anlamlar taşıyan örnek.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hz. Âişe Annemizle sohbet etmekten büyük mutluluk duyardı. Hatta uzun yolculuklara çıktığında, onunla birlikte seyahat etmeyi arzu ederdi. Su içerken, bardağı özellikle Hz. Âişe’nin dudaklarının temas ettiği yerden içmesi, aralarındaki muhabbetin ve sevginin ince bir göstergesidir.”
Ismail, bu nazik davranışı duyunca şaşkınlıkla sordu:
“Gerçekten mi? Efendimiz böyle mi yapardı?”
Sadık Amca hafifçe başını salladı:
“Evet, evlat. O’nun sevgisi sadece sözde değil, davranışlarında da en derin şekilde kendini gösterirdi. Bir başka örnek daha vereyim:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), zaman zaman Hz. Âişe Annemizle koşu yarışı yapardı. Onunla vakit geçirmeyi severdi ve eşinin gönlünü hoş tutardı. Bu yarışların birinde Hz. Âişe Efendimizi geçmişti ve tatlı bir şekilde ona, ‘Bu önceki yarışta beni geçtiğin için,’ diye takılmıştı. Bu, hem sevgiyi hem de eşler arasındaki samimiyeti gösterir.”
Sadık Amca, Ismail’e dönerek sözlerini tamamladı:
“Bak evlat, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sevgisi, sadece bir duygudan ibaret değil, eylemde de kendini gösterirdi. Nazik, sabırlı ve sevgi dolu davranışlarıyla hem Allah’ın rızasını kazandı hem de örnek bir aile reisi oldu. Biz de O’nun yolundan gitmeliyiz. Sevgi, saygı ve nezaketle eşimize, evlatlarımıza yaklaşmalıyız. İşte o zaman hem bu dünyada huzurlu oluruz hem de ahirette Rabbimizin rızasını kazanırız.”
Ismail birden durdu, gözleri dolmuştu. Elini başına koyarak derin bir iç çekti ve kendini suçlamaya başladı:
“Ben ne yaptım? Ailem ne haldeyken ben nelerle uğraştım…”
Sonra içinden güçlü bir ses yükseldi:
“Benim hemen eşime ve oğluma gitmem lazım. Peki, ama onun gönlünü nasıl alabilirim?”
Bu soruyu düşünürken Sadık Amca sakin bir sesle yanıt verdi:
“Bak evladım, şurada bir çiçekçi var. Kadınlar çiçekleri sever. Çiçek, ona değer verdiğini gösterebileceğin en güzel sembollerden biridir.
Ismail, Sadık Amca’nın işaret ettiği çiçekçiye doğru yöneldi. İçeri girdiğinde kendini biraz şaşkın hissetti. Ne alacağını, hangi çiçeklerin doğru olacağını bilemiyordu. O sırada gözü güllere takıldı. Çiçekçiye dönüp:
“Bana şuradan birkaç tane gül verir misiniz?” diye sordu.
“Kaç tane olsun?” dedi bayan.
Ismail, bir an Sadık Amca’nın sözlerini hatırladı. Dudaklarında hafif bir tebessümle cevap verdi:
“24 gül olsun.”
“Not yazmak ister misiniz?” diye sordu.
Ismail bu öneriyi düşünmeden kabul etti:
“Evet, evet, yazmak isterim.”
Bir kalem ve küçük bir kart aldı. Kendi içine dönerek kalbinin sesini dinledi. Yazacağı sözler yalan ya da yüzeysel olmamalıydı. Gerçek duygularını yansıtmalıydı. Kısa bir süre düşündükten sonra, kalemi eline aldı ve kartı şu sözlerle doldurdu:
“Hani seni terk edeceğim dedim ya, ne kadar anlamsız ve ne kadar eşek kafalı olduğumu anladım. Halbuki bu beden cansız yaşayabilir mi? Çünkü sen benim canımsın… Allah’ın bana verdiği en güzel hediyesin… Beni affet.”
Kartı çiçeklerin arasına koydu ve çiçekçiye teşekkür ederek dükkândan çıktı. İçinde hem bir heyecan hem de bir pişmanlık vardı. Ama artık değişim için bir adım atmıştı.
Sadık Amca, dışarıda onu bekliyordu. Ismail çiçekleri göstererek:
“Amca, teşekkür ederim. Beni eve tekrar götürebilir misin?” dedi.
Sadık Amca, her zamanki sıcak gülümsemesiyle cevap verdi:
“Tabii ki evlat, seni evine götürelim.”
Taksiye binip yola koyuldular. Eve vardıklarında, başlangıçta yola çıktıkları yere geri dönmüşlerdi ama bu sefer Ismail aynı kişi değildi. İçinde bir huzur, pişmanlık ve aynı zamanda ailesini yeniden kazanma arzusu vardı.
“Borcum ne kadar, Amca?” diye sordu
Sadık Amca hafifçe gülümseyerek başını salladı:
“Borcun morcun yok evlat.”
Ismail bu cevaba şaşırdı, ama hemen ardından ısrarla cüzdanından bolca para çıkararak:
“Olur mu Amca? Lütfen bunları alın.
Sadık Amca, Ismail’in uzattığı parayı elinin tersiyle nazikçe geri itti:
“Hayır evlat, bu da bizden olsun. Bir yuvayı Allah’ın izniyle kurtarmaya vesile olduk. Bu her şeyden daha değerli. Bak, sana bir şey diyeceğim. Bir gün bizim mahalleye gel. Çocuklara tatlı dağıt. Böylece borcunu ödemiş olursun, tamam mı?”
Ismail, bu öneri karşısında mahcup bir şekilde gülümsedi:
“Peki, Amca. Yalnız seni tekrar nasıl bulacağım? Nasıl haberleşeceğiz?”
Sadık Amca, ceketinin cebinden küçük bir kartvizit çıkardı ve Ismail’e uzattı:
“Telefon numaram burada. Ne zaman istersen ara, evlat. Ama unutma, kendine ve ailene iyi bak. Allah yolunda sabırla ilerle. Her zaman dua et ve her şeyin en güzel şekilde yoluna gireceğine inan.”
Ismail, kartviziti alırken gözleri doldu.
“Allah senden razı olsun Sadık Amcam” dedi.
Sadık Amca hafifçe gülümsedi, direksiyonun başına geçti ve yavaşça uzaklaştı.
Sadık Amca evine döndü. Kapıda bakıcıya teşekkür ederek, ona parasını verdi. Çoğu akşam olduğu gibi, hanımı Menekşe’nin ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve evin geçimini sağlamak için taksi şoförlüğü yapıyordu. Bakıcı da bu süre boyunca Menekşe’ye göz kulak oluyordu.
Ama bu akşam farklıydı. İçinde anlamlandıramadığı bir his vardı. Yorgun ama huzurlu bir şekilde içeri girdi, albümü aldı ve her zamanki yerlerine, yan yana oturdular. Albümü açtı, parmakları fotoğrafların üzerinde gezinirken gözleri birer birer geçmişin anılarına daldı.
Daima Menekşe’ye yakın olmayı severdi. Yanında otururken onun sıcaklığını hissetmek için elini tutar, omzuna yaslanmasına izin verirdi. O akşam da Menekşe, başını usulca Sadık Amca’nın omzuna dayadı. Ancak bu kez bir şey farklıydı. Hafif bir ses çıkardı, sonra eli gevşedi.
Sadık Amca, ne olduğunu anlamıştı. O an gözleri doldu. Derin bir nefes aldı ve dudaklarından şu sözler döküldü:
"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Ondan geldik, ona döneceğiz."
Gözlüğünün altından süzülen yaşlar, albümdeki fotoğrafların üzerine damlıyordu. Menekşe’nin boşluğa düşen elini son bir kez aldı, dudaklarına götürdü ve öptü. Saçlarını sevgiyle okşadı, kokusunu içine çekerek bir çiçek gibi derin derin kokladı.
Sonra ellerini kaldırıp Rabbine dua etti:
“Yâ Rabbim, şahit ol ki, hanımımın bende zerre kadar hakkı varsa, hepsini helâl ettim. Bana 60 yıl boyunca mutlu, huzurlu bir evlilik verdiğin için sana sonsuz şükürler olsun. Rabbim, bu dünyadaki hayatımızı cennette de devam ettirmeyi nasip et.”
Duasını bitirdikten sonra Menekşe’yi kollarına aldı. Her akşamki gibi onu yatağına yatırdı. Ama bu kez farklıydı. Cam açıktı, hafif bir rüzgâr içeri doluyordu. Menekşe’ye son kez sarıldı, ona sımsıkı sarıldı. Yanağını onun saçlarına dayadı ve fısıldadı:
“İnşallah, Allah’ın izniyle cennete gireriz de orada aynı yerden devam ederiz… Seni çok özleyeceğim, Menekşe’m,” dedi. O akşamı sabaha kadar o şekilde geçirdi.
Ismail’in yuvası artık neşe ve huzurla doluydu. Futbol maçlarını kısıtlamış, iş yerinde patronuna, her ne olursa olsun eve vaktinde dönmesi gerektiğini tembihlemişti. Ailesiyle aynı sofrada titizlikle yemek yer, maç izlediğinde oğluyla birlikte izlerdi. Fatma, onları böyle görmenin mutluluğuyla sevinir, onlara atıştırmalıklar hazırlardı. Bazen Ismail mısır patlatır, ailece film izlerlerdi.
Aradan zaman geçti. Ismail, Sadık Amca’ya verdiği sözü hatırladı ve telefonunu aradı. Ama telefon çalmıyor, kimse açmıyordu. Merakı artan Ismail, hanımına Sadık Amca’yı ve olanları anlattı. Bayram günü geldiğinde, hem Sadık Amca’yı bulmaya hem de mahalledeki çocuklara tatlı dağıtmaya karar verdiler.
Sokağa vardıklarında çocuklar köşede oynuyordu. Ismail onlara seslendi. İçlerinden biri tanıdı ve heyecanla bağırarak yanına koştu:
“Ismail Abi!”
Derken diğer çocuklar da çevresine toplandı. Ismail ve Fatma ellerindeki tatlıları dağıtmaya başladılar.
Ismail bir süre sonra sordu:
“Sadık Amca nerede?”
Çocuklardan biri boynunu büktü, yüzü hüzünle doldu:
“Abi, bilmiyor musunuz?” dedi.
“Neyi bilmiyorum? Ne oldu?”
Çocuk, gözleri dolu dolu cevap verdi:
“Sadık Amca vefat etti…”
Ismail bir an duraksadı, duyduklarına inanamadı:
“Hayır, olamaz. Peki ne zaman, nasıl oldu?”
Çocuk üzüntüyle anlatmaya başladı:
“Menekşe Teyze vefat edince, Sadık Amca da birkaç ay sonra vefat etti. Ama hep neşeliydi, hep enerjik ve güler yüzlüydü. Hanımı vefat edince daha çok camiye gider oldu. Daha önce ona bakıyordu, ama sonra camide hep bizimle birlikteydi. Onun sayesinde biz de camiye alıştık. En son gün, yine bize şeker dağıtıyordu. Birden ‘Ah!’ diye bir ses çıkardı ve yere yığıldı. Ama yüzünde hep bir gülümseme vardı.”
Ismail’in gözleri doldu. Hüzünle başını eğdi ve kısık bir sesle şu hadisi okudu:
“‘Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle diriltilirsiniz.’
Ey güzel insan, sen bu dünyada insanlara umut, neşe ve sevgi verdin. Allah da seni öteki dünyada hep güldürsün.” dedi.
Ismail ve Fatma, çocuklarla vedalaşıp Sadık Amca’yı ziyaret etmek için mezarlığa gittiler. Mezarlıkta, Menekşe Hanım’ın yanında yatan Sadık Amca’nın mezarını buldular. Başucunda durup uzun bir dua ettiler.
“Bundan sonra ben de senin manevi evladınım, Sadık Amca. Çocuklar da bana emanet. Nur içinde yatın, Menekşe Teyze ve Sadık Amca. Allah sizi cennetinde buluştursun.”
İkisi de Hüseyin’in elini her iki taraftan tuttular ve mezarlıktan ailece ayrıldılar.