Akşam vakti, sokakta herkes toplanmış, dışarıdaki sokak dövüşünü izliyordu. Herkes dövüş için tezahürat yapıyordu. Yasin, gözlerine çok kötü darbeler almıştı ama yenilgiyi kabul edemezdi. Karşısındaki çocuk, kendisinden daha iri ve dövüş konusunda daha deneyimliydi. Daha önce bu tarz dövüşlere katılmış, tecrübeliydi. Yasin ise MMA karışık dövüş federasyonuna yeni katılmıştı. Rakibi ona gülümseyerek baktı. Yüzünde yalnızca bir kaş yarası vardı, hafifçe kanıyordu.
“Bence ders burada bitti. Yoksa devam mı etmek istiyorsun? Hadi oğlum, bu kadar yeter, kendini daha fazla rezil etme,” dedi alaycı bir sesle.
Etraftan birkaç kişi tezahürat yapmaya başladı, “Cenk! Cenk!” diye bağırıyorlardı. Bu, Yasin’i daha da öfkelendirdi.
Yasin ayağa kalktı, ağzındaki kanı yere tükürdü. Ağzını elinin tersiyle sildi ve kararlı bir şekilde konuştu:
“Verdiğin ders tam bir rezalet. Senden öğretmen falan olmaz.”
Bu sözler Cenk’i çileden çıkardı. Öfkeyle Yasin’e doğru yürüdü ve bir yumruk savurdu. Yasin hızla eğildi ve Cenk’i yere yatırdı. Öfke ve intikam duygusuyla hareket eden Yasin, üstüne çıkıp ona art arda darbeler indirmeye başladı. Yumruklarını hızla savuruyordu, durmadan vuruyordu. En sonunda Cenk bayıldı.
Etraftakiler hemen araya girdi. Birisi bağırdı:
“Oğlum ne yapıyorsun? Kafayı mı yedin? Adam ölecek!”
Bu sırada polis sirenleri duyulmaya başladı. Herkes panikle dağıldı. Ama Yasin olduğu yerde kaldı, kaçmadı. Nefes nefese yere yığıldı, Cenk’in yanına uzandı. Yorgundu, sadece gökyüzüne bakıyordu.
Yasin’i tutukladılar, kendini nezarete attılar. Başkomiser Mahmut, Yasin’in amcası Enes’i bizzat karakoldan aradı ve durumu detaylı bir şekilde anlattı. Mahmut, sadece bir komiser değil, aynı zamanda Enes’in eski ve yakın bir dostuydu. Bu yüzden olayın önemini en iyi şekilde açıklamak istiyordu.
Enes, telefonu kapattıktan kısa bir süre sonra karakola geldi. Yüzünde derin bir üzüntü vardı. Yasin’in bu durumuna çok üzülüyordu, ama bu ilk defa yaşanmıyordu. Daha önce de benzer olaylar olmuştu. Ancak bu kez iş gerçekten ciddiydi. Karşı taraftaki çocuk, Cenk, aldığı darbeler yüzünden hastanedeydi. Durumu kötü görünüyordu.
Enes, karakolun soğuk ve sert atmosferinde derin bir nefes aldı, ardından Mahmut’un yanına gitti. Yasin’in içinde bulunduğu durumun ağırlığını hissettiği her halinden belliydi. Mahmut, masasında oturuyordu. Enes’in geldiğini görünce yerinden kalktı ve elini sıkıca sıktı.
“Hoş geldin Enes,” dedi Mahmut, ciddi bir ifadeyle. “Keşke seni böyle bir durumda çağırmak zorunda kalmasaydım, ama mesele çok ciddi. Yasin’in durumu bu kez farklı.Buyur, otur,” dedi
Mahmut, ciddi ama dostane bir ses tonuyla. Enes, sessizce sandalyeye oturdu. Yüzündeki üzüntü her halinden belliydi. Omuzları çökmüş, başı hafifçe öne eğilmişti.
“Ne yapacağımı artık bilmiyorum, Mahmut kardeşim. Yasin için elimden geleni hep yaptım, yapmaya da çalışıyorum. Kendisi böyle bir çocuk değildi; efendi, sevimli bir çocuktu. Şimdi ne olduysa oldu, tam tersi birine dönüştü. Kendini beğenen, daima şükürsüz, gözü hep yüksekte olan ve etrafına saldırganlıkla yaklaşan bir çocuk oldu çıktı.
Kendi çocuklarımdan onu asla ayırmadım, hatta ona daha fazla sevgi ve merhamet gösterdim. Belki de hatam buydu. Hep 'Sen en iyisin, sen bir numarasın,' diye söyledim. Belki de bu sözlerim onu bu hale getirdi. Kardeşimin emanetine tam anlamıyla sahip çıkamadım, onu doğru düzgün yetiştiremedim. İyilik yapayım derken galiba şımarttım.”
Komiser, karşısında oturan Enes’e bakıyordu. Onun söylediklerini dikkatle dinliyor, empati kurmaya çalışıyordu. Ardından sandalyesine yaslandı ve konuşmaya başladı:
“Seni anlıyorum Enes. Yasin’i hatırlıyorum, elimizde büyüdü. Annesiyle babasının ölümünün onu ne kadar sarstığını da biliyorum. Aynı anda, bir trafik kazasında ikisini birden kaybetmek... Bu gerçekten çok zor bir durum. Ama iş bu sefer ciddi.”
Komiser, masanın çekmecesini açtı ve bir dosya çıkardı.
“Bu, Yasin’in geçmişteki yaramazlıklarının dosyası. Yaşından dolayı ona hep hoşgörülü davrandık. Ama şimdi... Şimdi iş farklı. Karşı taraf şikâyetçi olabilir. Hastanelik olan çocuğun adı neydi? Ha, Cenk. Onun dosyası da pek iyi değil. Hatta yaşı da büyük. Ayrıca, elimizde kamera görüntüleri var. İkisi de sokak dövüşüne kendi rızalarıyla katılmış, bu açıkça belli. Yine de işi sağlama almalıyız. Bir şeyler yapmamız gerekiyor. Çünkü bir dahaki sefere işler bu kadar basit olmayabilir.”
Komiser bir süre durdu, ardından Enes’e daha ciddi bir ifadeyle baktı:
“Enes kardeşim, anlatabiliyor muyum? Yasin’in hapishane köşelerinde sürünmesini istemem. En az senin kadar ben de üzülürüm. Ama ortada bir gerçek var: kanun diye bir şey var. Bunu göz ardı edemeyiz.”
“Peki, ne yapabiliriz? Bir fikrin var mı?” diye sordu Enes, umutla.
Mahmut Komiser sandalyesine yaslandı, camdan dışarı baktı ve bir süre sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes aldı ve Enes’e dönerek konuştu:
“Var. Çok samimi tanıdığım, eski bir dostum var. Abim diyebileceğim biri. Yasin’i ona gönderebiliriz. Topluma hizmet gibi bir şey yapmasını sağlayabiliriz.”
Enes kaşlarını çatarak karşılık verdi: “Ama Yasin böyle bir şeyi kabul etmez. Ayrıca, bu yakın dostun dediğin kişi kim?”
Mahmut, Enes’in sorusuna hemen cevap vermedi. Hafif bir gülümsemeyle masasına yaslandı ve bir süre düşündü. Sonra sakin bir sesle:
“Sen onu bana bırak,” dedi. “Hulusi Akman diye birinden bahsediyorum. Büyük iş Yaşlı Adamlarından biri. Tanıyor musun?”
Enes kaşlarını kaldırarak biraz düşündü. “Hayır, tanımıyorum,” dedi dürüstçe.
“Peki, Süleyman Şahin’i biliyorsundur, değil mi?” diye sordu Mahmut.
“Evet, tabii tabii,” dedi Enes. “Herkes tanır Süleyman Şahin’i.”
“İşte... Hulusi Akman onun çevresinden biri,” dedi Mahmut gizemli bir ifadeyle. “Güvenilir biri. Merak etme, gerekeni yapacak.”
Enes biraz daha ısrarcı olmak istese de Mahmut konuyu fazla detaylandırmadan geçiştirdi. Ancak bir süre sonra Yasin, Hulusi Akman’ın malikanesine, topluma hizmet çalışması kapsamında gönderildi.
Yasin, lüks arabanın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Gözlüklerini çıkarıp etrafındaki devasa köşke hayranlıkla baktı.
“Vay vay arkadaş, nerelere geldik biz?” diye kendi kendine söylendi ve ıslık çaldı.
Tam o sırada, metalik protez bacaklarıyla yürüyen bir Yaşlı Adam ona doğru geldi. Yaşlı Adamın kararlı ve sert bir duruşu vardı. Bu kişinin köşkü yöneten kişi olduğu belliydi. Yasin, Yaşlı Adamın protez bacaklarına bir an baktı ama hiçbir şey söylemedi, sadece şaşkın bir ifadeyle bakışlarını kaçırdı. Yaşlı Adam, Yasin’i dikkatlice süzdü ve ciddi bir ifadeyle konuştu:
“Ben köşkün yöneticisiyim. Adım Furkan seni burada uzun süreli çalışman için kabul ettik. Şimdi seni odana götüreceğim.”
Yasin sessizce başını salladı ve onu takip etti. Yaşlı Adam Yasin’i konağın içinde yatacağı küçük, sade bir odaya götürdü. Yasin daha yerleşip etrafına bile bakamadan Yaşlı Adam, kendisine bahçıvanlık yapacağını söyledi.
“Bahçıvan ustamızla çalışacaksın. Kendisi sana ne yapacağını gösterecek.”
Yasin tam karşılık verecekken, bahçeden gelen başka bir Yaşlı Adam yanlarına yaklaştı. Bu kişi, orta yaşlarda, sakat ama enerjik biriydi. Sağ eliyle Yasin’e selam verir gibi işaret yaptı ve hafifçe gülümsedi. Ardından cebinden küçük bir elektronik cihaz çıkardı. Cihaz bir çeşit yazı kalemi ve sesli okuma özelliğine sahipti. Yaşlı Adam hızla bir şeyler yazdı, cihaz anında konuşmaya başladı:
“Merhaba, benim adım Davut. Bugün bana yardım edeceksin.”
Yasin şaşırarak Yaşlı Adama baktı. Davut’un konuşmadığını ama bu cihazla iletişim kurduğunu hemen anladı. Yasin, biraz tuhaf bulsa da başını sallayarak cevap verdi:
“Tamam, peki,” dedi kısık bir sesle.
Davut el işaretleriyle Yasin’i bahçeye götürdü. Bahçeye vardıklarında yine cihazına bir şeyler yazdı ve cihazdan yeni bir mesaj okundu:
“İlk işin toprağı el arabasıyla taşıyıp bahçedeki alanlara yay” dedi
Yasin hemen işe koyuldu. El arabasını aldı, toprakları taşıyarak bahçede dolaşmaya başladı. Çalışırken bir yandan etrafa bakıyor, bu yerin neden bu kadar garip göründüğünü anlamaya çalışıyordu. Büyük bahçe ve çevresindeki yapıların her biri titizlikle düzenlenmişti.
Kafasında dolaşan sorulardan biri de Hulusi Bey’di. Onu hiç görmemişti ve gün boyu köşkün sahibi hakkında bilgi almaya çalıştı. Ama Hulusi Bey o gün ortalıkta yoktu. Yasin, yorucu bir günün ardından bahçede bir ağacın gölgesine oturup dinlenirken kendi kendine mırıldandı:
“Ulan, suyum çıktı be. Bu kadar spor salonunda çalış, MMA yap, yine bu kadar yorulmazdım. Tabii bedava işçi buldular, ohhh kebap! Kullan, kullandığın kadar. Böyle zengin oluyorlar işte. Baksana, Yaşlı Adam ortalıkta bile görünmüyor. Eee, Hulusi Bey tabii...”
Yasin, ağacın gölgesinde dinlenirken Davut bahçeye doğru geldi. Her zamanki gibi cebinden elektronik cihazını çıkardı ve hızla bir şeyler yazdı. Cihazdan bir mesaj yankılandı:
“Bahçeden bir listeye göre birkaç şey topla ve bunları mutfağa götür.”
Davut, mesajı ilettikten sonra Yasin’e bir kağıt uzattı. Yasin, elindeki listeye bakıp gözlerini kıstı. Bir yandan söyleniyordu:
“Her işin bana kaldı be... Neyse, yapalım bakalım.”
Yavaşça kalktı, bahçede dolaşmaya başladı. Listedeki ne varsa toplamaya koyuldu. Sebzeleri, otları ve birkaç küçük malzemeyi dikkatlice bir sepete yerleştirdi. Ama bir yandan da etrafı gözlemlemekten geri durmuyordu. Hulusi Bey’i görür müyüm diye sürekli konağın verandasına, pencere aralıklarına bakıyordu. Ama yine ortalarda görünmüyordu.
Sepeti doldurduktan sonra bahçede oyalandı. Kendi kendine düşüncelere dalmıştı. Hulusi Bey gibi bir zengin, MMA dövüşçüsü olan biriyle ilgilenir miydi acaba? Belki bir gün sponsor olabilirdi. Yasin, bu hayaliyle bir an için gülümsedi ve sepeti eline alarak mutfağa doğru yöneldi.
Yasin mutfağa vardığında, içeride birinin yemek pişirdiğini gördü. Basketi yanına koyup etrafı incelemeye başladı. Adam, sanki Yasin’i fark etmemiş gibi davranıyordu. Bu durum Yasin’i biraz huzursuz etti. Sonunda sessizliği bozarak konuştu:
“Merhaba... Listede ne varsa topladım. Size getirmemi söylediler.”
Adam, Yasin’e doğru yaklaştı. Sessizce basketin içine elini koydu, domatesleri tek tek elledi ve ardından burnuna yaklaştırıp kokladı.
“Çok güzel, herhalde kıpkırmızılar,” dedi hafif bir gülümsemeyle.
O an adamın kör olduğunu fark etti. Gözleri bir noktaya odaklanmıyordu, ama hareketleri son derece rahattı.
“Sağ ol, delikanlı,” dedi samimi bir sesle. “Şimdi bana bir delikanlılık daha yapar mısın? Şuradan bana biraz kekik baharatı buluver. Baharatları bulmamı sağlayan cihazım bozuldu, kontrol ettirmem lazım.”
Yasin, şaşkın bir şekilde başını salladı. “Tabii, hemen bakıyorum,” dedi.
Hemen raftaki kavanozlara yöneldi. Kavanozların her biri plastikten yapılmıştı ve üzerinde sensörler vardı. Bu sensörler, baharatların türünü ve yerini belirlemek için kullanılıyor gibiydi. Yasin, dikkatlice kavanozları eline aldı ve sonunda kekiği bulup Yaşlı Adama uzattı.
Yaşlı Adam, kavanozu eline alınca gülümsedi.
“Sağ ol, delikanlı” dedi keyifle.
Yasin mutfağı incelemeye devam ederken, buranın sıradan bir yer olmadığını fark etti. Mutfak yarı elektronik, yarı normal bir mutfak gibiydi. Her köşede küçük robotlar veya özel cihazlar vardı. Sanki burası bir bilim kurgu filminin içinde geçen bir sahne gibiydi. Yasin kendi kendine mırıldandı:
“Ne garip bir yer burası... İnsan burada kendini başka bir dünyada gibi hissediyor.”
Aşçı, Yasin’e döndü “köşedeki tepsiyi al,” dedi. Tepsinin içinde bir bardak su ve yanında bir pipet vardı. Başka hiçbir şey yoktu.
“Bunu Berat Bey’in odasına götür. Şu kapıdan çık, koridordan sağa dön. İkinci oda,” diye ekledi.
Yasin tepsiyi dikkatlice aldı ve tarif edilen yöne doğru yürümeye başladı. Koridor boyunca adımlarının yankısı kulağına gelirken, kafasında bir sürü düşünce vardı. Bu yer gerçekten tuhaftı. Her şey fazlasıyla düzenli ve lükstü, ama bir o kadar da garip bir havası vardı.
Sonunda ikinci odaya vardığında, kapıyı hafifçe çaldı. İçeriden boğuk ama tok bir ses geldi:
“Gel.”
Yasin kapıyı açtığında gördüğü manzara karşısında bir an duraksadı. Odada bir yatak ve yatağın üzerinde makinelerle ve kablolarla bağlı yaşlı bir Yaşlı Adam yatıyordu. Yaşlı Adamın yüzü sert ve yorgun görünüyordu. Ancak ilk dikkatini çeken, gür ve düzgün bir şekilde uzanan bıyıkları oldu. Bıyıkları adeta bir yiğitlik simgesi gibiydi. Yüzündeki sert ifadeye rağmen, bir şekilde sıcak ve güven veren bir havası vardı.
Yaşlı Adam hafifçe başını kaldırarak Yasin’e baktı. “Buyur gel, delikanlı,” dedi
Yasin, tepsiyi elinde dikkatle tutarak içeri girdi.
“Şey, mutfaktan bunları getirmemi istediler,” dedi Yasin, sessizce.
Yaşlı Adam tepsiye bir bakış attı ve elini hafifçe kaldırarak, “Şu masayı bana doğru çek,” dedi. Yasin, beyaz gövdeli, mavi çekmeceli ve tekerlekli, hastane odalarına uygun olarak tasarlanmış kompakt masayı dikkatlice Yaşlı Adamın yanına çekti.
“Güzel,” dedi yaşlı Yaşlı Adam, hafifçe başını sallayarak. “Şimdi şu pipetle bana su içirebilir misin?”
Yasin, şaşkın ama bir o kadar dikkatli bir şekilde bardağı aldı ve pipeti Yaşlı Adama uzattı. Yaşlı Yaşlı Adam pipetten yavaşça suyu içti ve bir an durup, derin bir nefes aldı. “Sağ ol, delikanlı. Allah razı olsun,” dedi. Ardından işaret ederek ekledi: “Otur şuraya, şu yanımdaki koltuğa.”
Yasin, tepsiyi dikkatlice kenara koydu ve gösterilen yere oturdu. Yaşlı Adam, sakin ama meraklı bir ifadeyle ona döndü. Adın ne, delikanlı?” dedi yaşlı adam, gözlerini dikkatle Yasin’e dikerek.
“Adım Yasin,” dedi Yasin.
“Yasin... Güzel isim. Benim adım Berat, bana Berat Amca diyebilirsin. Ee, bakalım... Kendini bir tanıt bana, delikanlı.”
Yasin omuzlarını hafifçe silkti. “17 yaşındayım. Okuyorum ama okuldan pek hoşlanmıyorum,” dedi açıkça.
“Neden?” diye sordu Berat Amca.
“Bilmem, pek sevmiyorum,” dedi Yasin, gözlerini kaçırarak. Ardından biraz daha kendinden bahsetti: “Ama MMA yapıyorum. Karışık dövüş sporlarıyla uğraşıyorum. Bir gün büyük bir dövüşçü olmak istiyorum.”
Berat Amca, Yasin’in söylediklerini düşündü ve yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. “Haa, öyle mi? Peki, neden dövüşmek istiyorsun?” diye sordu.
“Bilmem,” dedi Yasin, omuz silkerek. “Parası iyi, hem bir de şöhret var. Kimse seni hafife alamaz.”
“Para her şey değil, delikanlı dedi Berat Amca.
Yasin hafifçe gülümsedi
“Olur mu? Bak Hulusi Bey’in evine, şu hayata bak! Kim bilir akşam neler yiyecek, kaç çeşit yemek masasında olacak. Kim bilir kaç tane arabası var. Şu evi görüyor musun? Para yoksa böyle bir yerde yaşayabilir misin?”
“Bu taşlar, bu süsler seni aldatmasın, delikanlı. Yunus Emre derki ‘Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti. Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.’”
Yasin bir an duraksadı, sonra merakla sordu: “Peki, Hulusi Bey de acaba aynı görüşte mi?”
Berat Amca, bu soruya cevap vermedi.
Yasin bir an düşündü ve biraz meydan okur bir tavırla konuştu:
“Sonuçta bu dünyaya bir kere geliyoruz, değil mi? Neden en güzelini yaşayıp, hak ettiğimizi almayalım ki? Bence ben buna değerim. Hem açık konuşayım, inancım pek güçlü değil. Yani... Beni yanlış anlamayın, ama mesela siz….şu an hastalığınız, başınıza gelen şeyler... Sizce bu adil mi?”
Berat Amca, Yasin’in sözlerini sessizce dinledi. Derken yavaşça doğrulmaya çalıştı ve sonunda güçlü bir sesle komut verdi:
“Başlat!”
Duvardaki büyük bir ekran aniden açıldı ve bir bilgisayar sistemi aktif hale geldi.
“Lem’alar. Yirmi Beşinci Lem’a, üçüncü Lem’a’yı oku.” dedi
Bilgisayar kısa bir süre bekledi, ardından yanıt verdi:
“Tabii ki, efendim:”
Bilgisayar, metni okumayı bitirdikten sonra kısa bir duraksama yaptı ve nazik bir tonla, “Başka bir isteğiniz var mı, efendim?” diye sordu.
Berat Amca gözlerini bir an ekrana çevirdi ve sakin bir şekilde, “Hayır” dedi.
Bilgisayar bir onay sesi çıkardı ve ekran tekrar karardı. Ardından gözlerini Yasin’e çevirdi. Yasin’in yüzündeki boş bakışları görünce hafifçe kaşlarını kaldırdı.
“Ne anladın?” diye sordu.
“Pek bir şey anlamadım, doğrusu...” dedi.
Yaşlı Adam hafifçe gülümsedi ve başını salladı. “İlk başlarda böyle olur,” dedi.
“Osmanlıca olduğu için anlamak zor gelebilir. Ama şimdi şükür ki, yeni nesil bizim çektiğimiz zorlukları çekmeyecek. İnternet, teknoloji ve bu eserlere ulaşımı kolaylaştıran araçlar sayesinde her şey daha kolay. Etrafta bir sürü cemaat, grup, vakıf da var.”
Sonra devam etti “Yani demek istiyorki insan bu dünyaya sadece keyif sürmek ve rahat yaşamak için gelmemiştir. Dikkat et, gençler yaşlanıyor, insanlar sürekli gelip gidiyor, hiçbir şey kalıcı değil. Eğer dünya sadece eğlenmek için olsaydı, her şey bu kadar hızlı tükenir miydi?
İnsan, diğer canlılardan daha üstün bir yaratılışa sahip. Ama ilginçtir ki, geçmişteki zevklerini hatırlayıp hüzünleniyor, gelecekteki dertleri düşünüp kaygılanıyor. Halbuki bu dünyadaki asıl görevi bu değil. İnsan, burada ebedi ve sonsuz bir hayatın mutluluğu için hazırlanmakla yükümlüdür. Elindeki en büyük sermaye de ömrüdür.
Hastalıklar ve sıkıntılar, insana bir şeyleri hatırlatmak için vardır. Sıhhat ve rahatlık, insanı gaflete düşürür, dünyayı çok güzel gösterir, ahireti unutturur. Ama bir hastalık gelip çattığında, insan kabre doğru yol aldığını hatırlar. Bu yüzden, sıkıntı ve hastalıklar bir uyarıcıdır, bir rehberdir. ‘Boş bir hayat yaşamıyorsun, sana verilen ömrü boşa harcama,’ der insana.
Yani, hastalıktan şikâyet etmek yerine, onun hatırlattıklarını anlamak gerekir. Sabırlı olmayı öğrenmelisin.”
Yasin durakladı, düşünmeye başladı, ardından
"Benim gitmem lazım," dedi. "Başka bir isteğiniz var mı?" diye ekledi.
Berat Amca, "Hayır," dedi.
Ertesi sabah, beklenmedik bir şekilde kapı çalındı. Yasin gözlerini açtı, derin bir nefes alarak yatağından kalktı. Kim gelmiş olabilirdi?
Yasin kapıyı açtığında, karşısında her zamanki gibi ciddi bir ifadeyle duran Furkan Bey’i gördü. Furkan Bey, kısa ve net bir şekilde konuştu:
“Kahvaltı 10 dakika sonra servis edilecek. Kahvaltıdan sonra bugünkü görevlerin sana bildirilecek,” dedi.
Yasin, şaşkınlıkla başını sallayarak onayladı. Furkan Bey hiçbir şey eklemeden arkasını döndü ve koridorda gözden kayboldu.
“Off ya, bir rahatlık yok,” diye mırıldandı. Ya bırakıp gitsem, ne olacaksa olsun diyorum artık. Usanmaya başladım.”
Sinirle üstünü çıkarıp duvara fırlattı. Ardından, dolabın kapağına sert bir şekilde vurdu. Öfkesine hâkim olamayıp dolabın sapına bir yumruk attı. Eli acıyla sızladı ve biraz kanadı. Derin bir nefes alıp, öfkesini yatıştırmaya çalıştı. Hızla lavaboya gidip elini suyun altında yıkadı, ardından peçeteyle kanamanın durmasını bekledi. Yavaş yavaş sakinleştiğinde, yüzünü yıkadı ve derin bir nefes alarak toparlandı.
Hazırlandıktan sonra kahvaltıya gitti. Diğer işçilerle birlikte sessizce kahvaltısını yaptı. Ortamda fazla konuşma yoktu, sadece çatal ve kaşık sesleri duyuluyordu. Kahvaltı bittikten sonra Furkan Bey gelip o günkü görevini açıkladı:
“Bugün temizlik işi var. Konağın içi temizlenecek.”
Bu görev Yasin’e biraz ağır geldi, ama aklına hemen başka bir düşünce düştü: Bu, Hulusi Bey’in kim olduğunu öğrenmek için bir fırsat olabilir. Konağı temizlerken, belki ipuçları bulabileceğini düşündü.
Yasin, odaya girdiğinde lüks detaylarla karşılaştı. Ahşap mobilyalar, deri kaplı büyük bir masa ve arkasındaki deniz manzaralı pencereler etkileyiciydi. Köşede minyatür bir yelkenli ve bir teleskop vardı. Duvarlarda deniz temalı tablolar asılıydı. Her şey zarif, güçlü ve düzenliydi.Yasin, odaya girdiğinde lüks detaylarla karşılaştı.
Etrafın tozunu alırken, masanın üzerinde bir dergi gördü. Derginin kapağında büyük harflerle "Yılın En Başarılı İş İnsanı" yazıyordu ve kollarını bağlamış, ciddi bir ifadeyle duran bir iş adamının fotoğrafı vardı. Yasin dergiyi eline aldı ve dikkatlice baktı. İçinden, Demek ki Hulusi Bey bu... Peki Hulusi Bey nerede? diye düşündü.
Haftalar geçmişti. Yasin, hem köşkte çalışıyor hem de arada sırada Berat Amca’nın nasihatlerini dinliyordu. Her ne kadar ilgisiz gibi görünmeye çalışsa da, duydukları kalbinde bir iz bırakıyor, vicdanının sesi ona sürekli bir şeyler fısıldıyordu.
Bir gün bahçede Furkan Bey’i gördü. Fırsatı kaçırmadan yanına yaklaştı ve merakını gizleyemeyerek sordu:
“Furkan bey birkaç haftadır buradayım ama bir kez bile Hulusi Bey’i görmedim. Kendisi buraya hiç uğrar mı?”
Furkan Bey, Yasin’e doğru hafifçe dönerek kısa bir süre sessiz kaldı. cevap verdi:
“Bazen bazı şeyler göründüğü gibi değildir, küçük bey. İşin bittiyse, Berat Amca’nın yemeğini yukarıya götür.” dedi ve arkasını dönüp yürümeye devam etti.
Yasin, hafif alaycı bir şekilde ve kısık bir sesle, “Tabii, emredersiniz,” dedi.
Sonra kendi kendine, “Ya şimdi ne demek istedi ki?” diye mırıldandı Yasin.
Yasin, yukarı odaya çıktığında Berat Amca yatağında kendisini bekliyordu. Tepsiyi yanına koydu ve sıvı yemeği pipetle dikkatlice ona verdi. Berat Amca sakin bir şekilde içmeye başladı. Yemeği bitirdikten sonra Yasinilk sorusunu sordu:
“Madem Allah var, peki bu kadar acı ve kötülük varken Allah’ın merhameti nasıl olabilir?”
Berat Amca dYasin’e dönerek konuşmaya başladı:
“Allah’ın merhameti sınırsızdır. Bizim acılarımızı görmezden gelmez; ama bu acılar bizi geliştiren, düşündüren, sabrımızı ve imanımızı güçlendiren birer imtihandır. Masumlar, bu dünyadaki acılarının karşılığını ahirette ebedi bir mutlulukla alırlar. Bu dünyada her şey geçicidir; gerçek ödül ve ceza ahirette verilir. Allah’ın merhametini anlamak için ahiret inancını hatırlamak gerekir.”
Yasin başını eğdi ve hafif bir mırıldanmayla, “Anlamıyorum...” dedi.
Berat Amca sakin ama biraz daha ciddi bir ses tonuyla devam etti:
“Tabii ki anlayamazsın, çünkü sadece şu anki zamana ve kendi gördüklerine göre düşünüyorsun. Kendi payına göre yorum yapıyorsun. Ama kader diye bir şey var ve Cenab-ı Allah her şeyi bilir, her şeyin gereğini ona göre yapar.”
Sonra masasını işaret etti. “Şu küçük aynayı al,” dedi.
Yasin masadan küçük bir ayna aldı ve elinde tutarak Berat Amca’ya baktı.
“Şimdi,” dedi Berat Amca, “bana üç tane kitap diz masanın üstüne.”
Yasin, masanın kenarından üç kitap alıp sırayla masanın üstüne yerleştirdi. Bakışları bir yandan kitaplara, bir yandan Berat Amca’ya çevriliydi.
Berat Amca, kitaplara işaret ederek açıkladı:
“Bu kitapların ortadaki şimdiki zamanı, soldaki geçmişi ve sağdaki geleceği temsil ediyor. Şimdi bu aynayı kitapların hizasında tut,” dedi.
Yasin, aynayı kitapların hizasında tuttu ve aynada sadece ortadaki kitabı görebildi. Berat Amca devam etti:
“Görüyor musun? Ayna bu yükseklikte sadece şimdiki zamanı, yani ortadaki kitabı yansıtıyor. Şimdi aynayı biraz yukarı kaldır.”
Yasin aynayı yavaşça yukarı kaldırdı ve bu sefer hem ortadaki kitabı hem de yanındakilerin bir kısmını görmeye başladı.
“Bak, şimdi hem şimdiki zaman hem de geçmiş ve geleceğin bir bölümü aynada görünüyor. İşte bu, Allah’ın ilmi gibidir. O, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir anda görür ve bilir. İnsan ise sadece şimdiyi görür ve anlar.”
Yasin aynayı öfkeyle elinden düşürdü ve haykırdı: “Hayır! Annemin ve babamın suçu neydi? Benim suçum neydi? Küçücük yaşta öksüz ve yetim kaldım!”
Berat Amca, sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
“Sana bir hikâye anlatayım, evlat. Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssasını bilirsin. Hz. Musa, Allah’a ‘Kulların içinde benden daha bilgilisi var mı?’ diye sorduğunda, Allah onu Hızır’a yönlendirdi. Hızır ile karşılaştı ve onunla yolculuğa çıktı. Bu yolculuk sırasında Musa’nın anlamakta zorlandığı üç olay oldu: Hızır, bir gemiyi deldi, bir çocuğu öldürdü ve yıkılmak üzere olan bir duvarı onardı. Musa her seferinde ‘Bu yaptıkların neden?’ diye sordu. Hızır ise sabretmesini söyledi.”
Berat Amca bir süre durdu, ardından devam etti: “Sonunda Hızır, her bir olayın ardındaki hikmeti açıkladı. Gemi, zalim bir kralın eline geçmesin diye delinmişti. Çocuk, ailesini kötü bir yola sürüklemesin diye alınmıştı. Duvar ise, yetimlerin hazinesi korunmak için onarılmıştı. Anlayacağın, her şeyin bir sebebi var. Allah, her şeyi en iyi bilendir ve görendir. Biz bazen anlayamasak da olayların ardında büyük hikmetler saklıdır.”
Yasin, öfkeyle “Hayır, ben görüyorum!” dedi.
Berat Amca kaşlarını çatarak sordu: “Neyi görüyorsun?”
“Zalimlikten başka bir şey yok burada,” diye karşılık verdi Yasin.
Berat Amca, sesini yükselterek: “Herkesi ve her şeyi görüyorsun, öyle mi?” dedi.
“Evet, görüyorum,” diye ısrar etti Yasin.
Berat Amca derin bir nefes aldı: “Bunca şey anlattım, hâlâ ‘görüyorum’ diyorsun. Peki, sana gerçekten ne kadar gördüğünü ispatlayayım mı?”
Masadaki bir dosyayı işaret ederek: “Şunu al,” dedi.
Yasin dosyayı eline aldı ve içini açtı. İçinde birkaç gazete kupürü ve belgeler vardı. Gazete başlıklarını yüksek sesle okumaya başladı:
“Stratejik Bir Kaza: 3 Ölü, 1 Yaralı” Yasin’in elleri titremeye başladı. Kupürlerde okuduğu isimler, onun annesi ve babasına aitti. Şaşkınlık içinde belgeleri karıştırmaya devam etti. Birde Hulusi Bey.
Bir sonraki kupüre geçti:
“Hulusi Tok Ağır Yaralı!”
Sonrakini açtı ve okudu:
"Mucizevi Kurtuluş: Hulusi Bey Ölümden Döndü!
Gazetede yalnızca Berat Amca’nın fotoğrafı vardı. Yasin, şaşkınlık içinde gazeteyi okumaya başladı. Son sayfaya geldiğinde son fotoğrafı gördü—bu Hulusi Bey değildi, ama fotoğraftaki kişi Berat Amca’ydı.
Yasin’in elleri titredi, gazete elinden kayıp yere düştü. Şaşkın ve şüphe dolu gözlerle Berat Amca’ya baktı.
"Ama... Bu nasıl olur?" diye kekeledi.
Berat Amca, artık her şeyi anlatmaya karar verdi.
"O gün, o kazada ben de vardım."
Yasin’in gözleri büyüdü. "Yoksa… Yoksa onlara çarpan sen miydin?!" diye haykırdı.
"Hayır, ben değildim. O kazada üç araba vardı. Onlardan birinde ben ve şoförüm bulunuyorduk. O gün, yol oldukça sakindi ama hava kapalıydı. Ben ve şoförüm, iş görüşmesinden dönüyorduk. Yolun ilerisinde, aşırı hızlı gelen bir spor araba fark ettim. Direksiyondaki çocuk, arabayı kontrol etmekte zorlanıyordu.
Tam o sırada, önümüzde de bir araba vardı. O araba… senin annen ve babanın arabasıydı, Yasin.
Bir anda, genç çocuğun kullandığı spor araba kontrolden çıktı ve şiddetle ailenin arabasına çarptı! Çarpmanın etkisiyle onlar bizim şeridimize doğru savruldu.
Şoförüm, onlara çarpmamak için direksiyonu hızla kırdı aracımız bariyerlere çarptı, bariyerler dayanamayıp kırıldı ve biz uçurumdan aşağı yuvarlandık. Taklalar atıyorduk, her şey dönüyordu… Çarpmanın şiddetiyle sarsıldım, sesler birbirine karışıyordu. Sonunda, bir kayanın üstüne çarparak durduk.
Ben ağır yaralandım, ama şoförüm… hayatını kaybetti.
Benden hariç hiç kimse kurtulamadı.
Benim yüzüm çok ağır yaralanmıştı, hatta düzeltilemeyecek bir hale gelmişti. Doktorlar, yüzümü kurtarmak için yüz nakli yapmak zorunda kaldılar.
Böylece… yüzüm değişti
Bu kazada suçlu kimdi? Spor arabayı süren mi? Kaderin sahibi mi?
O kişi kendi iradesiyle yolunu seçti. Ama biz ise daima suçu Yaratana, yani her şeyi yoktan var edene atıyoruz, hâşâ.
Evet, Cenâb-ı Allah dileseydi bu kazaya engel olabilirdi. O’nun kudreti her şeye yeter. O, isterse her şeyi durdurur, isterse var eder. Ama dünya bir imtihan yeridir ve her şeyde bir hikmet vardır. Biz o hikmeti bazen anlarız, bazen anlayamayız.
Her şey Allah’ın ilminde malumdur, fakat O’nun bilmesi, insanın iradesini ortadan kaldırmaz. Çünkü insan, kendisine sunulan seçeneklerden birini seçmekle sorumludur.
İnsan olmanın en büyük hakikati de budur: Özgür iradeyle seçtiğimiz yollar.
Hayrı da seçebiliriz, şerri de… Ve her seçimimizin bir sonucu vardır. İnsanın seçimleri sadece dış dünyadaki olaylarla sınırlı değildir; aynı zamanda iç dünyasında da büyük bir mücadele yaşar. Bu mücadelenin en önemli unsurlarından biri, Kuvve-i Şeheviye yani istek ve arzu duygusudur.
Allah’ın insana verdiği bu kuvvet, nimetlerden faydalanmasını ve hayatını sürdürmesini sağlar. Ancak, bu duygu doğru kullanılmazsa insanı felakete sürükleyebilir. İfrat halinde aşırı arzular insanı bencil ve hırslı yaparken, tefrit halinde ise insan hayattan kopar, ümitsizliğe düşer. Denge halinde ise kişi, arzularını hikmetle yönlendirir ve Allah’ın rahmetine teslim olur.
İşte bu sebeple, insanın iradesini doğru kullanması ve her duygusunu hikmet ölçüsünde dengelemesi gerekir.
İşte bu nedenle, bizlere doğru yolu göstermek için nice peygamberler gönderildi. Bu, Cenab-ı Allah’ın bize bir rahmetiydi.
"Peki, yalan atmak bunun neresinde?! Bana yalan söyledin! Bana kendini başka bir isimle tanıttın! Hulusi Bey olduğunu söylemedin!" dedi Yasin.
Berat Amca derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırmadan Yasin’e baktı.
"Hulusi bey olduğumu söylemedim. Susma hakkımı kullandım. Yani yalan atmadım "
Sonra hafifçe başını sallayarak devam etti:
"Hatırlıyor musun? Bir gün bana 'Hulusi Bey acaba neler yiyor, içiyor? Nasıl güzel bir hayat yaşıyor? Şu mal, mülk içinde nasıl keyif sürüyor?' gibi sözler etmiştin.
Bak ve gör… Bir sıvı yemek yiyorum. O kazada sadece yüzümü kaybetmedim, ciğerlerimi de kaybettim. Şimdi, yaşamak için bir makineye bağlı kaldım. Yürüyemiyorum, baştan aşağı felçliyim. Tuvalete çıkamıyorum, ancak bana bağlı olan kordonlardan içimdeki atıkları dışarıya aktarabiliyorum.
İlk günlerimde hayatımın tamamen bittiğini zannettim. Evet, daha önce keyifli bir hayat sürüyordum. Dünyanın sarhoşluğuna dalmıştım. Kalbim Allah için açtı, ama dünyanın sunduğu lezzetlerle bu açlığı bastırmaya çalışıyordum.
Sonra kaza oldu… Hayatım değişti. Tam bittim, battım dediğim an, çok sevdiğim eski bir arkadaşım beni buldu. Süleyman Şahin’di.
O bana yüzümü ahirete çevirmeyi öğretti. İşte o zaman gerçek huzuru buldum.
Şimdi ise ahireti dört gözle bekliyorum. İnşallah, Allah’ın rahmetini kazanırım da, bu çektiğim tüm sıkıntılar birer mükâfat olur.
Ama Rabbimiz bize bildiriyor ki, her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Çok zor olan işlerim kolaylaştı. Bak, sen bile gelip bana yemeğimi uzatıyorsun.
Ve işlerim daha da büyüdü, gelişti.
Şimdi ise, kazandığımı hak yolunda kullanıyorum
Yasin, duvara yaslandı, ardından yavaşça yere çömeldi ve başını dizlerine dayadı.
"Mahmut Amca biliyordu, değil mi? O yüzden buraya yolladı beni… Peki ya sen? Sen biliyor muydun? Ve neden ismini Berat Amca olarak söyledin?"
"Evet, o da biliyordu, ben de biliyordum. Kendimi Berat olarak tanıttım çünkü bu kazadan sonra, hayatımın geri kalanına daha anlamlı bir isim vermek istedim.
Berat, yükten kurtulmak, arınmak, affedilmek demektir. O kazadan sonra ben de dünyanın boş ağırlıklarından kurtulup gerçek anlamı aramaya başladım. O yüzden bu ismi seçtim.
Ve bir de sana bir şey göstermek istedim… Böyle bir durumu bile bilemeyeceğini.
Bak, bunu bile bilemedin. Gayb âleminde olan bitenleri nereden hesaplayıp bilebilirsin? Bir düşün Yasin… Her şeyi zannın üzerine kurdun."
Yasin, hıçkırarak ağladı
"Ama ben onları çok seviyordum!" diye fısıldadı.
Berat Amca derin bir nefes aldı ve şefkatle konuştu:
"Seni anlıyorum Yasin… Ama adın gibi, sen de bu yaşadıklarınla bir anlam bulmalısın.
Biliyor musun, Yasin ismi Kur’an’ın kalbi olarak bilinir. Yasin Suresi, ölümsüzlüğü, yeniden dirilişi ve Allah’a teslimiyeti anlatır. İnsan ne kadar kayıp yaşarsa yaşasın, Allah’a yöneldiğinde gerçek hayatı bulur.
Sen de adın gibi, bu hayatta bir anlam bulmalısın. Dünyadaki hiçbir acı sonsuz değildir, hiçbir dert kalıcı değildir. Adın sana bir mesaj veriyor: Teslimiyet, sabır ve yeniden doğuş.
Bak Yasin, bu konaktaki insanların da kendilerine göre büyük dertleri var. Ama onlar yine de şükredecek bir şeyler buluyorlar. Daima daha beteri var, her zaman daha zor bir imtihan mümkündür.
Herkes, ahireti düşünerek hayatına devam ediyor. Çünkü bu beden bize ait değil, bu dünya da bize ait değil. Bir gün bu vücut bizden alınacak, bunu biliyoruz.
Sen de şöyle düşün Yasin…
Annen ve baban senin seçimin değildi. Sen onları kendin seçmedin. Cenab-ı Allah, seni ruhlar âleminden alıp bu şehadet âleminde onlara bir emanet olarak verdi.
Ama onların ömrü tamamlandı… Ve senin yetiştirmeni tamamlayan Enes Amca oldu.
Düşünsene… Eğer Enes Amcan da olmasaydı?
Eğer birisi isyan edecek olsaydı, en çok peygamberler ederdi! Ama onlar sabırla direndiler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hayatı boyunca büyük sıkıntılar yaşadı. Daha doğmadan babasını, 6 yaşında annesini, 8 yaşında dedesini kaybetti. Onu koruyan amcası Ebu Talib ve eşi Hz. Hatice de vefat edince büyük bir yalnızlık yaşadı. Taif’te taşlandı, ayakları kan içinde kaldı. Mekke’de aç bırakıldı, sahabeleriyle ağır ambargoya maruz kaldı. Oğulları küçük yaşta vefat etti, ama o her zaman sabırla Allah’a sığındı. Çektiği tüm acılara rağmen isyan etmedi. O’nun hayatı, zorlukların sabır ve teslimiyetle aşılabileceğini gösteriyor. Eğer en üstün insan bile bu kadar acı yaşadıysa, biz de sabretmeyi öğrenmeliyiz.
Artık isyanı bırak Yasin, adın gibi yaşa! Kendine eziyet etme, aklını ve kalbini doğru yolda kullan. Tevekkül et, tefekkür et, sana verilen tüm nimetleri ve yetenekleri hak yolunda kullan, böylece bu ağır yükü üzerinden kaldır."
Yasin için o gün, hayatının en büyük dersi oldu. Yaşadıklarını ve geçmişini geride bırakmaya karar verdi. Tövbe ile birlikte İslam’la yeniden yeşerdi.
Çizim yeteneği vardı ve bu yeteneğine odaklanarak başarılı bir mimar oldu. Berat Amca’yı hiçbir zaman terk etmedi, her zaman onu ziyaret etti ve ona olan minnettarlığını hiç unutmadı.