Şengül, yeni bir muhite taşınıyordu. Eşinin vefatından sonra hayatında yeni bir sayfa açmaya karar vermişti; hem yeni bir çevre hem de yeni bir iş ortamıyla huzuru bulmayı umuyordu. Apartman eşyaları birer birer yukarı taşınırken, Şengül bir an durup etrafa göz gezdirdi. Aynı apartmanda, hatta yan dairede, bir kadın balkonunda çamaşır asıyordu. Kadının yüzünde soğuk ve hoşnutsuz bir ifade vardı. Şengül, kadına dostça bir el salladı. Ancak kadın, sadece bakmakla yetindi. Hiçbir karşılık vermeden içeri girdi ve perdeyi sert bir hareketle kapattı.
Eşyalar taşınmış, Şengül nihayet evine geçmişti. Apartmandaki diğer komşular onu samimi bir şekilde karşılamıştı etrafını inceledikçe buranın tam kendine göre olduğunu hissetti. Şehir kadar karmaşık ve gürültülü değildi ama kasaba kadar küçük ve sakin de değildi. Yeni bir başlangıç için mükemmel bir yerdi.
Akşam olduğunda Şengül, mutfağa geçip bir tepsi helva yaptı. Apartmandaki komşularına ikram ederek hem selamlaşmak hem de biraz daha tanışmak istiyordu. Sıcak helvayı tabağa koyup apartmanda kapıları çalmaya başladı. Herkes nazikçe kabul etmiş, hatta teşekkür ederek kendisini tekrar hoş karşılamıştı.
Sıra yan komşuya gelmişti. Şengül biraz tereddüt etti, çünkü ilk karşılaşmaları pek dostane olmamıştı. Yine de cesaretini topladı ve kapıyı çaldı. Bir süre sonra kapı yavaşça açıldı. Karşısında genç bir kız vardı. Kızın üzerinde koyu renklerden oluşan sade bir kıyafet vardı ve doğrudan göz teması kurmaktan kaçınıyordu. Korkmuş ya da içine kapanık bir hali vardı.
"Merhaba," dedi Şengül, hafifçe gülümseyerek. "Ben Şengül, yan komşunuzum. Yeni taşındım."
Kızın yüzü ifadesizdi, tek kelime etmeden öylece duruyordu. Şengül ne söyleyeceğini düşünürken birden arkasından kapı daha genişçe açıldı. Balkonda gördüğü kadın aniden belirdi. Sert bir ifadeyle, "Ne var? Ne istiyorsun?" diye sordu.
Şengül bir an duraksadı ama elindeki tabağı uzatarak, "Ben sadece helva getirmiştim. Yeni taşındım, tanışmak istedim," dedi.
Kadının bakışları tabağa kaydı, sonra tekrar Şengül'e döndü. Yüzündeki sertlik bir an bile değişmedi.
"Biz helva filan istemiyoruz. Ayrıca bizim yobazlarla işimiz olmaz," dedi kadın, soğuk ve sert bir ses tonuyla. Ardından kapıyı Şengül'ün yüzüne sertçe kapattı.
Şengül, olduğu yerde kalakaldı. Bu kadar nefretin sebebini bir türlü anlayamıyordu. İçinde ince bir sızı hissetti, ama ne yapabilirdi ki? Bu, ilk defa yaşadığı bir şey değildi. Daha önce de tesettürü yüzünden bazı insanlar ona garip ve küçümseyici bakışlar atmıştı. Alışmıştı aslında. Ancak yine de bu kadar açık bir düşmanlık karşısında ne yapacağını bilemedi.
Aklına kuzeninin yıllar önce söylediği bir şey geldi. Yurt dışından gelen kuzeni, bir gün sohbet ederken şaşkınlıkla, "Şaşırıyorum," demişti. Şengül, nedenini sorunca kuzeni şöyle açıklamıştı:
"Yurt dışında kapanmama kimse garip bakmıyor, hatta saygı bile duyuyorlar. Ama kendi vatanımızda, ezanın günde beş vakit yankılandığı bir ülkede, kapanmak neden bu kadar tepki çekiyor?"
Şengül, kuzeninin haklı olduğunu düşünmüştü. Gerçekten de durum böyleydi. Farklı bir dine mensup bir insan kendi ibadetini ya da geleneklerini yaşasa, kimse bu kadar tepki göstermezdi. Örneğin, bir rahibe (nun) başını örtse ve inancına göre yaşasa, ona kimse hor gözle bakmazdı. Yahudiler, takkeleriyle ve uzun sakallarıyla dolaşsalar, çoğu zaman bu bir zenginlik ve saygınlık işareti olarak algılanırdı. Ama konu bir Müslüman olduğunda, işler değişiyordu. Neden?
İslam anlatıldığında, bazı insanlar hakikatleri duysalar bile alay etmeyi tercih ediyorlardı. Üstelik çoğu zaman ezberledikleri birkaç basmakalıp iddiayı tekrarlıyorlardı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Hz. Aişe ile evliliği, savaşlardaki bazı olaylar, hadisler ve ayetler... Hepsi anlamadan, bağlamından koparılarak, ön yargılarla çarpıtılıyor ve sürekli aynı hikaye, aynı masal tekrarlanıyordu. Oysa hakikate gözlerini kapayan birine ne kadar anlatılırsa anlatılsın, değişen bir şey olmuyordu.
Allah’a inanmayı reddedenlerin durumu ise bambaşkaydı. Onlar, Allah’ın varlığını bile alay konusu yapıyorlardı. Yine ezberledikleri birkaç basit iddia vardı ve bunları dile getirmekten çekinmiyorlardı. Ancak bu durum yeni değildi; neredeyse dünyanın yaratılışından bu yana hakka sırt çevirenlerin varlığı süreklilik arz etmişti. Hz. Nuh’un (a.s) zamanında bile, dalga geçen insanlar vardı. Hatta ona "deli" deme cüretinde bile bulunmuşlardı (haşa, tövbe). Tarih boyunca hep aynıydı; değişen sadece dönemler ve insanlar oluyordu.
Bazen hak yukarıda olur, batıl zayıflardı. Ama bazen de batıl güçlenir, hak aşağıdaymış gibi görünürdü. Bu, gece ile gündüz gibi, sürekli değişen bir döngüydü. Ancak bu durum bile aslında bir imtihandı. Çünkü hak her zaman galip gelseydi, imtihan nasıl olurdu? İnsanlar sadece rahatlık ve huzur içinde yaşasaydı, imanlarını nasıl ispat ederlerdi?
İmtihanın sırrı buradaydı. Zorluklar, alaylar, küçümsemeler; hepsi birer sınavdı. Hak ile batıl arasındaki mücadele, insanın yaratılış gayesini ve imanını ortaya koyuyordu. Bunca hakarete rağmen, Müslümanlara bir de "yobaz" deniliyordu. "Yobaz" kelimesi, dar görüşlü, aşırı tutucu, hoşgörüsüz ve eleştiriye kapalı insanları tanımlamak için kullanılırdı. Oysa İslam, insanları sorgulamaya, düşünmeye ve araştırmaya teşvik eder. Kur’an, körü körüne inancı değil, bilinçli bir şekilde inanmayı emreder. Bir insan bir hedefe odaklandığında, o hedefin neden önemli olduğunu bilmesi gerekir ki ona tam bir inançla bağlanabilsin.
Cenab-ı Allah Kur’an’da düşünmemizi ve akletmemizi emreder:
"Hiç düşünmez misiniz?" (Bakara Suresi, 2:219)
"Hiç akletmez misiniz?" (Bakara Suresi, 2:44)
Peygamber Efendimiz (s.a.v), farklı inançlara sahip insanlarla diyalog kurmuş ve onlara saygılı davranmıştır. Örneğin, Medine Vesikası ile Müslümanlar ve gayrimüslimler bir arada barış içinde yaşamış, herkesin hakları korunmuştur. Bu da İslam’ın dar görüşlü bir din olmadığını, aksine farklı fikirlere ve kültürlere açık bir öğreti olduğunu gösterir. Birçok Medineli, İslam’ın getirdiği adalet ve hoşgörüye tanık olduktan sonra, Müslüman olmayı kendi iradeleriyle tercih etmişti. Peygamber Efendimiz’in (sav) örnek davranışları ve İslam’ın sunduğu değerler, onların kalplerini kazanmıştı.
Değişmez olan, Allah’ın tüm hak dinlerinde yer alan temel iman esaslarıdır. Ancak haram ve helal sınırları, geçmişteki şeriatlarda zamanın şartlarına uygun olarak peygamberler aracılığıyla farklılık göstermiştir. İslam’da ise bu sınırlar Kur’an ve Sünnet ile sabitlenmiştir ve artık değişmez.
Ayrıca İslam, inanç özgürlüğünü savunur:
"Dinde zorlama yoktur." (Bakara Suresi, 2:256)
Son olarak, İslam, eleştirisiz bir inancı değil, sorgulamayı ve anlamayı teşvik eder:
"Hiç bilmeyenlerle bilenler bir olur mu?" (Zümer Suresi, 39:9)
Tarih boyunca İslam âlimleri, Kur’an ve Sünnet ışığında farklı görüşler ortaya koymuş, bu görüşler tartışılarak zengin bir ilmî miras oluşturmuştur. Mezhepler arasındaki bazı farklılıklar (örneğin namaz kılma şekilleri veya abdest alırken başın mesh edilme miktarı gibi) İslam’ın esnek yapısını ve farklı toplumların ihtiyaçlarına uygun çözümler sunma kabiliyetini gösterir. Ancak bu farklılıklar, temel iman esasları ve ibadetlerin genel çerçevesi üzerinde bir değişiklik oluşturmaz. Dört mezhebin de ana ilkeleri aynıdır ve bu farklılıklar İslam’ın bir zenginliği olarak kabul edilmelidir.
Demek ki İslam yobazlık değildi. Asıl yobazlık, ideolojik yobazlıktı. İslam’a ön yargıyla yaklaşan bir ideolojik yobazı değerlendirdiğimizde, akla şu özellikler gelirdi:
Dar Görüşlülük: İslam’ı sadece olumsuz yönleriyle değerlendirmek, tüm Müslümanları aynı kategoriye koymak ve İslam’ın evrensel değerlerini görmezden gelmek.
Önyargı ve Hoşgörüsüzlük: Başkalarının inançlarını anlamaya çalışmadan küçümseyici bir tavır takınmak, karşıt bir ideolojinin hoşgörüsüzlüğünü yansıtır.
Eleştirisizlik: Kendi fikirlerini sorgulamadan, tek taraflı bir bakış açısıyla İslam’ı eleştirmek ve eleştirel düşünceden uzak kalmak.
Genelleme Yapma: Bireylerin hatalarını veya yanlış yorumlarını tüm bir dine ya da topluma atfetmek, ideolojik bir ön yargının açık bir göstergesiydi.
Şengül, tüm bu acı gerçeklerin farkındaydı. İnsanların önyargıları, küçümseyici sözleri ve tavırları onu üzüyordu, ama imanından asla vazgeçmiyordu. Çünkü İslam’ı bilinçli bir şekilde seçmişti ve bu dinin Allah’ın emri olduğuna yürekten inanıyordu. Allah’ın kendisine emrettiği her şeyi yerine getirmenin, hem dünyada hem de ahirette huzur getireceğine kalpten inanıyordu.
Tesettür, onun için yalnızca bir örtü değildi. Aynı zamanda bir koruma, bir huzur kaynağıydı. Manevi olarak ona zenginlik verirken, fiziksel olarak da saygıyı beraberinde getiriyordu. Tesettürüyle hem Allah’ın rızasını kazanıyor hem de kendini koruma altına alıyordu.
Şengül, bu düşüncelerle elindeki tabağı kaldırdı ve evine doğru döndü.
Ertesi gün, Şengül alışveriş için pazara çıktı. Tezgâhlar arasında dolaşırken bir kadının torbasından birkaç domates düştüğünü fark etti. Hemen eğilip domatesleri yerden aldı ve kadına uzattı. Ama ne yazık ki bu kadın, yan komşusuydu.
Kadın, Şengül’ü görür görmez kaşlarını çatıp öfkeyle ona baktı. Sanki karşısında bir düşman vardı. Hiç teşekkür etmeden, domatesleri Şengül’ün elinden neredeyse çekip alırcasına aldı ve tek kelime etmeden yoluna devam etti. Şengül, bir an ne yapacağını bilemedi. Sessizce ayrılmayı düşündü, ama içindeki huzursuzluk buna engel oldu. Bu kadar açık bir düşmanlığı anlamadan geçip gidemezdi. Birkaç adım attıktan sonra, cesaretini toplayarak tekrar kadının yanına yaklaştı.
“Sizinle bir türlü tanışamadık," dedi Şengül, sakin bir sesle. "Bakın, eğer bilmeden bir yanlış yaptıysam ya da sizi incittiysem, gerçekten çok özür dilerim. Ama lütfen bana ne yaptığımı söyleyin. Yoksa bu davranışlarınıza bir anlam veremiyorum.”
Kadın, Şengül’ün yüzüne bir süre baktı. Ama bu bakışta yalnızca öfke, nefret ve kin vardı. Dışarıdan sakin görünen bu kadın, içten içe adeta bir ejderha gibiydi ve Şengül’ü ısırmak istercesine bakıyordu.
"Benim sizinle konuşacak hiçbir şeyim yok!" diye bağırdı kadın. Sesi, pazarın uğultusu arasında bile sert bir yankı bıraktı. "Benden uzak durun! Selamınızı istemiyorum, helvanızı istemiyorum. Bana bakmanızı bile istemiyorum, anladın mı? Daha önce de söyledim: Benim bir cahil yobazla işim olmaz!"
Kadın, öfkesini kelimelerle ifade etmekle yetinmedi. Şengül’ün omzuna sertçe çarparak yanından geçti ve pazarın kalabalığına karıştı.
Şengül olduğu yerde öylece kalakaldı. Kalbi kırılmış, gözleri nemlenmişti. Kadının bu kadar sert ve düşmanca davranışlarına bir türlü anlam veremiyordu. Bir insanın bu kadar nefretle dolabilmesi, Şengül’ün yüreğini ağırlaştırdı. Ama yine de içinden, "Belki bir gün bu nefretin nedenini anlarım," diye düşündü ve sessizce pazarın kalabalığında kayboldu.
Şengül sabah işe gitmek için otobüs durağına doğru yürürken, apartmanın balkonundan bir ses duydu. "Yobaz!" diye sesleniyordu birisi. Şengül irkilip yukarı baktı. Yan komşusuydu, elinde rakı bardağıyla balkona çıkmış, sabah keyfi yapıyordu.
"Günaydın, yobaz!" diye neşeli bir sesle bağırdı komşusu, ardından bir kahkaha patlattı. Belliydi ki sarhoştu. "Hadi, işin rast gelsin, yobaz!" dedi, ardından bardaktan bir yudum aldı. Şengül şaşkınlıkla bakarken komşusu, "Dur, unuttum, bir besmele çekeyim de öyle içeyim," diyerek içti. Sonra keyifle, "Ohhh, yarsın! Aslan sütü! Tavsiye ederim," dedi ve bir kahkaha daha attı. Şengül, komşusunun bu hali karşısında bir an ne diyeceğini bilemedi. Kendi kendine, "Allah hidayet versin, al sana medeniyet dedi," diye mırıldanarak yoluna devam etti.
Durağa vardığında yan komşusunun kızıyla karşılaştı. Kız, Şengül'ü görünce başını eğdi, hiç konuşmadan beklemeye başladı. Şengül, kızın içine kapanık, sessiz hâline alışkındı. Ancak geçen gün kızın farklı bir hâlini görmüştü. Burnunun ortasında bir halka, gotik bir tarzda siyahlar içinde giyinmişti. Kulaklıklarından dışarı taşan müzik sesi, punk melodilerine benziyordu. Kızın karanlık bir dünyası vardı; huzursuz, mutsuz ve içine kapanıktı. Şengül, ona bakarken üzülmeden edemedi.
Otobüs geldi, herkes yerini aldı. Kızın yanında bir koltuk boş kalmıştı. Şengül tereddüt etmeden yanına oturdu. Otobüs ilerlerken, Şengül bir an dönüp kıza bakmayı düşündü. Ama kız hâlâ başını eğmiş, kimseyle konuşmadan kulaklıklarından gelen müzikle kendi dünyasında gibi görünüyordu. Şengül, kızın dikkatini çekmek için elini salladı. Aysel, kulaklıklarını çıkardı ve Şengül'e dönüp baktı. Şengül gülümseyerek, "Merhaba," dedi.
"Sen yan komşunun kızısın, değil mi?"
Kendisi hafifçe tereddüt ederek, çekingen bir şekilde, "Evet," diye yanıtladı. Şengül kendini tanıttı: "Benim adım Şengül."
O ise cevap vermedi, yüzü donuk ve ifadesizdi. Şengül pes etmeden devam etti: "Senin ismin nedir?"
Bir anlık sessizlikten sonra Aysel, hafif bir sesle, "Benim ismim Aysel," dedi. Şengül, sıcak bir şekilde, "Tanıştığımıza memnun oldum, Aysel," dedi.
Aysel, Şengül’ün bu samimi yaklaşımını yavaş yavaş sevmeye başlamıştı. Annesinin anlattığı gibi biri değildi. Aysel’in annesi sık sık Şengül gibi insanlardan, dindar komşularından, hatta genel olarak Müslümanlardan hoşlanmadığını söylerdi. “Bu insanlar yüzünden bu ülke bir adım ileri gitmiyor,” diye şikâyet ederdi. Her ezan okunmaya başladığında sinirlenir, bazen operayı açıp, “Ne var şunu bari Türkçe yapsalar, ne olur?” diye bağırırdı.
Bir keresinde, Aysel ona, "Anne, tamam da sen de opera dinliyorsun. Opera Türkçe değil ki," demişti. Annesi bu sözlere kızmış, “Kızım, onlar Avrupalı. Biz de Avrupalılar gibi olmalıyız; medeniyet onlarda,” diye cevap vermişti.
Annesinin bu nefret dolu davranışlarından bir anlam çıkaramıyordu. Az çok biliyordu ki Avrupa'nın da birçok hatası vardı. Haçlı Seferleri gibi haksız yere yapılan katliamlar, tarihteki başka pek çok adaletsizlik… Annesinin bu öfkesini ve takıntısını anlamakta zorlanıyordu.
Zamanla Şengül ve Aysel sıkı bir dostluk kurmuştu. Şengül’ün sıcak yaklaşımı ve sabrı, Aysel’in hayatında bir dönüm noktası olmuştu. Ancak bir gün Aysel çantasından bir şey çıkarmaya çalışırken Şengül Aysel’in kolunda yaralar fark etti. Aysel’in kolunda gördüğü kesikler, Şengül’ü derinden sarstı. Bunlar sıradan yaralar değildi; jilet ya da bıçak izlerine benziyordu. Şengül endişeyle Aysel’in kolunu tuttu.
"Aysel," dedi ciddi bir ses tonuyla, "bunlar ne böyle?"
Aysel gözleri büyümüş bir halde hızla kolunu kapattı ve "Bir şey değil," diye mırıldandı. Ancak Şengül, bu cevabı kabul etmeyecekti. "Aysel, bana doğruyu söyle," dedi. "Bu kesikler ne? Lütfen anlat."
Aysel’in gözleri dolmuştu. "Lütfen... Anneme söyleme," dedi yalvarır gibi.
"Tamam, söz. Annene söylemeyeceğim," dedi Şengül, sakin ve kararlı bir şekilde. "Ama bana anlatman gerekiyor. Bunları neden yaptın?"
Aysel başını eğdi, bir süre sessiz kaldı. Sonunda, derin bir nefes alarak sessizliğini bozdu. "Ben... bir kere intihar çalıştım," dedi, sesi titreyerek. "Ama yapamadım. Bir keresinde daha denemeyi düşündüm, ama o gün senin le tanımıştım."
Bu sözler Şengül’ü hem üzdü hem de ona Aysel’e yardım edebildiğini hissettirdi. Şengül, Aysel’in elini nazikçe tuttu. "Canım, bu düşüncelerle tek başına başa çıkmaya çalışmışsın, ama artık yalnız değilsin. Ben buradayım, senin yanındayım. Eğer konuşmak istersen, her zaman dinleyeceğim."
Aysel başını salladı, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. "Sen... benim için karanlık dünyamda bir güneş oldun," dedi.
Bu an, onların ilişkisini daha da güçlendirdi. Şengül, Aysel’e destek olmayı ve onun hayatına bir umut ışığı katmayı kendine bir görev bilmişti.
Bir gün otobüste sohbet ederlerken, Aysel Şengül’e merakla sordu: "Şengül abla, tesettürlü olmak zor değil mi? Hani, bazen insanlar alay ediyor ya da farklı bakıyor. Seni rahatsız etmiyor mu?"
Şengül gülümsedi, Aysel’in sorusundaki samimiyeti fark ederek, "Hayır, zor değil," dedi. "Tesettür, benim için sadece bir kıyafet değil. Kendimi daha değerli ve huzurlu hissettiğim bir seçim. Allah’ın bir emri olarak görüyorum. Kadınların örtünmesi İslam'da önemli bir yer tutar ve bunun hikmetleri toplumsal düzeni, bireysel ahlakı ve dini değerleri koruma amacına dayanır. Örtünme, erkek ve kadın için farklı şekillerde emredilmiş, bu farklar fiziksel, biyolojik ve psikolojik özelliklerden kaynaklanmıştır.
Kadınların örtünmesi, toplumda saygınlıklarının korunmasını, cinsel cazibenin kontrol altına alınmasını ve kötü niyetli bakışlardan uzak tutulmalarını sağlar. Kadınlar doğaları gereği erkeklere kıyasla daha fazla dikkat çeker. İslam, kadınların zarafet ve güzelliklerini yalnızca helal olan kişilere göstermesini öğütleyerek, onları hem fiziksel hem de psikolojik zararlardan korur. Ne yazık ki, her tesettürlü giyim, gerçek anlamda tesettürü yansıtmıyor. Bazı kişiler, ilgi çekmeye devam ederek kapanıyor; örneğin, başı kapalı ama dar kıyafetler tercih ediliyor. Bu durumda vücut kapalı olsa da fiziksel hatlar belirgin şekilde görünmeye devam ediyor.
Erkeklerin de belli bir ölçüde örtünmesi gereklidir. Ancak, erkeklerin biyolojik yapıları ve kadınlara göre cinsel cazibelerinin daha az ön planda olması, örtünme yükümlülüğünde farklılık doğurmuştur. Amaç, her iki cinsin de ahlaki ve manevi bir denge içinde yaşayabilmesidir.
Sonuç olarak, örtünme sadece bir fiziksel uygulama değil, toplumsal sorumluluk ve manevi bir görevdir. Erkekler ve kadınlar arasında bu farklılık, İslam'ın adalet anlayışını yansıtır, çünkü bu, eşitlikten ziyade hakikate ve yaradılışa uygunluktur”.
Şengül devam etti:
“İslam’ın beş şartını biliyor musun?” dedi. Aysel şaşkın bir şekilde, “Tam olarak bilmiyorum, ama nedir ki?” diye sordu.
Şengül gülümseyerek saymaya başladı. “Birincisi, Kelime-i Şehadet. İkincisi, namaz. Üçüncüsü, oruç. Dördüncüsü, zekat. Ve beşincisi, hac. Bunlar Müslümanlığın temel şartlarıdır.”
Aysel merakla dinliyordu. Şengül devam etti: “Ama biliyor musun, bu şartların sadece dışarıdan görünen bir yanı yok, bir de içsel anlamları var. Biz buna zahiren ve batınen diyoruz. Zahiren, bu ibadetlerin dışarıdan görünen kısmıdır; yani yaptığımız hareketler, söylediğimiz sözler. Batınen ise ibadetlerin iç dünyamızda uyandırdığı hisler, niyetimiz ve ruhumuzdaki etkileridir.”
“Bir örnek verebilir misiniz?” dedi Aysel.
Şengül başını sallayarak anlatmaya başladı: “Mesela, Kelime-i Şehadet. Zahiren, ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed O’nun peygamberidir’ demek. Ama batınen bu, Allah’a tam teslim olmak, hayatını O’nun rızasına göre şekillendirmek demektir. İnsan bunu hissederek söylerse, kalbinde derin bir bağlılık oluşur.”
“Namaz zahiren belli hareketler ve dualarla kılınır. Ama batınen, insanın Allah’ın huzurunda olduğunu hissetmesi, O’na yönelerek ruhunu arındırmasıdır. Ayrıca toplumsal bir yönü de var. Cemaatle kılındığında insanlar birbirine bağlanır, aralarındaki sevgi artar.”
“Peki, oruç ne anlama geliyor?” diye sordu Aysel.
“Oruç, zahiren Allah için bir müddet yemek, içmek ve bazı şeylerden uzak durmaktır,” dedi Şengül. “Batınen ise sabrı öğrenmek, şükretmeyi hatırlamak ve Allah’a bağlılığı güçlendirmektir. Toplumsal faydasına gelirsek, aç kalanların hâlini anlamamıza ve yardımlaşmaya teşvik eder.”
Aysel bu kez zekatı sordu. Şengül anlatmaya devam etti: “Zekat zahiren, malının kırkta birini ihtiyaç sahiplerine vermektir. Batınen ise mal sevgisini azaltır, insanın ruhunu arındırır. Toplumda fakirlik azalır, yardımlaşma artar.”
Son olarak, Şengül hacca değindi: “Hac, zahiren bir yolculuktur. Kâbe’yi ziyaret eder, ibadetlerini yaparsın. Ama batınen, bu yolculuk insanın Allah’a olan bağlılığını güçlendirir ve dünyanın geçici olduğunu hatırlatır. Geçmişte yaşanan bazı olayları ibadet olarak tekrar ettikçe, onları adeta yeniden yaşıyor gibi hissedersin. Toplumsal olarak ise dünyanın dört bir yanındaki Müslümanları bir araya getirir, kardeşlik bağlarını güçlendirir.”
Aysel derin bir düşünceye daldı. “Hiç bu şekilde düşünmemiştim,” dedi. “Sanki hepsi bir bütün; hem insanı hem de toplumu şekillendiren şeyler…”
Şengül gülümsedi. “Aynen öyle, Aysel. Zahiren ibadetler düzeni sağlarken, batınen de ruhumuzu besler. Ve hepsinin toplum için de ayrı bir faydası vardır. İşte İslam’ın güzelliği burada.”
Aysel’in aklında, kadınlar ve İslam hakkında sıkça sorulan ön yargılı sorular dolaşıyordu. Şengül’ün sıcak yaklaşımı, bu soruları dile getirmek için bir fırsat gibi görünüyordu. Aysel, biraz çekinerek, “ İslam’da kadın hakları gerçekten var mı?” diye sordu.
Şengül, Aysel’in sorularını dikkatle dinledi. Hafifçe gülümseyerek konuşmaya başladı:
“İslam, kadınların haklarını koruyan ve onları yeniden hatırlatan bir dindir. Peygamber Efendimiz’in (sav) zamanına bakarsak, kadının toplumda saygın bir yer edindiğini ve haklarının korunduğunu görebiliriz.”
Aysel merakla Şengül’e baktı. Şengül devam etti:
“Peygamberimiz (sav) döneminde kadınlar birçok toplumda birer eşya gibi görülüyordu. Kız çocukları doğduğunda diri diri toprağa gömülüyordu. Ama İslam geldiğinde bu zulme son verdi. Kadınların eğitim almasını teşvik etti. Peygamberimiz, ‘İlim öğrenmek, kadın ve erkek her Müslümana farzdır.
Kadınların çalışma hakkı da vardı. Kadınlar, savaş zamanında hemşirelik yapar, barış zamanında ise ziraatla, ticaretle ilgilenirlerdi. İslam, kadınlara miras hakkı tanıdı ki bu o dönemde devrim niteliğindeydi. Kadın, eşinden ya da ailesinden bir şeyler miras alabiliyordu. Bu, İslam’dan önce birçok toplumda hayal bile edilemezdi.”
Aysel, Şengül’ün anlattıklarını dinledikçe daha fazla ilgi duyuyordu. “Peki, erkeklerle eşitler mi?” diye sordu.
“İslam’da kadın ve erkek Allah katında eşit bir değere sahiptir, ancak farklı yaratılış özellikleri ve sorumlulukları vardır. Kadınlar, annelik gibi önemli bir role sahiptir, ancak bu, yalnızca evle sınırlandırıldıkları anlamına gelmez. Çalışabilir, eğitim alabilir ve topluma katkıda bulunabilirler. Ev işleri ise kadın ve erkeğin ortak sorumluluğudur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de ev işlerinde eşlerine yardımcı olmuş, elbisesini dikmiş, ayakkabısını tamir etmiş ve evde eşitlikçi bir tutum sergilemiştir. Kadın ev işleri yaparsa bu onun için sevap olur, ancak bu işler yalnızca kadına yüklenmiş bir farz değildir. Maddi gücü olmayan erkekler, eşlerine yardımcı olarak İslam’ın adalet ve yardımlaşma prensibini yerine getirmiş olur.
Hatta Peygamber Efendimiz (s.a.v), Veda Hutbesi’nde şöyle demiştir: ‘Kadınlar sizin emanetlerinizdir. Onlara iyi davranın.’ Bu söz, İslam’ın kadınlara verdiği değeri ve hassasiyeti en iyi şekilde özetler. İslam, kadınlara hem haklar hem de onur kazandırmıştır.”
Aysel, duyduklarından etkilenmişti. “Demek ki insanlar İslam’ı tam bilmeden yargılıyor,” dedi.
“Evet, Aysel. Bilmeden yapılan eleştiriler bizi yanıltabilir. Ancak gerçeği öğrenmek, her şeyi daha iyi kavramamıza yardımcı olur. Eğer birileri ya da toplum, Müslümanlık iddiasında bulunup bunları uygulamıyorsa, bu İslam’ın kusuru değil, o kişinin kusurudur. Bazı insanlar cahiliye dönemindeki alışkanlıklarını sürdürüyor. Müslümanım diyor, ama kadına zulmediyor, evde köle muamelesi yapıyor. Zannetmesinler ki bu yaptıkları yanlarına kalacak; elbette haklarını ahirette alacaklar.”
Bu sohbet Aysel’in aklındaki birçok soru işaretini gidermişti. Şengül’ün açıklamaları, onun İslam’ı yeniden düşünmesine vesile olmuştu.
Aysel, son zamanlarda tamamen değişmişti. Siyah kıyafetlerini bırakmış, yerine renkli ve sade elbiseler giymeye başlamıştı. Evdeki davranışları daha pozitifti, yüzünde bir huzur ışıldıyordu. Eskiden odasında yüksek sesle çalan karanlık, rahatsız edici müzikler artık duyulmaz olmuştu. Annesi bu durumu fark ediyor, ama içten içe rahatsızlık duyuyordu. Aysel’in değişimini kontrolünden çıkmak olarak görüyordu.
Bir sabah, Aysel mutfakta kahvaltısını yapıyor, işe ya da okuluna hazırlanıyordu. Annesi odasını toparlarken masanın üzerinde bir kitap gördü: “İslam’a Giriş.” Kitabı eline alır almaz yüzü kıpkırmızı kesildi. Hemen mutfağa yöneldi, kitabı sert bir şekilde masanın üstüne fırlattı.
“Bu ne?” diye bağırdı, sesi çatlamış bir öfkeyle doluydu. Aysel, şaşkın bir şekilde başını kaldırdı, ne diyeceğini bilemeden kekeledi. “Şey… Anne… Bu sadece bir kitap… İslam’a giriş kitabı,” dedi.
Annesi bu cevaba daha da öfkelendi. “Bu evde ne işi var bunun? Nereden aldın bu kitabı? Yoksa… yoksa o yobaz kadınla mı konuştun? Söyle bana! O yobazla mı görüştün?” diye bağırdı ve Aysel’i iterek duvara doğru yaklaştırdı.
Aysel artık dayanamadı. Gözleri dolmuş, sesi titreyerek patladı: “Evet konuştum! O yobaz dediğin kadın benim hayatımı değiştirdi! Beni tekrar hayata döndürdü! Bana, bu dünyadaki vazifemi, insan olarak değerli olduğumu ve bir amacım olduğunu anlattı! Asıl yobaz biziz, anne! Gözlerimizi kapatmış, kulaklarımızı tıkamışız; her şeye nefretle bakıyoruz!
Annesi bu sözler karşısında bir an durakladı. Gözleri Aysel’in titreyen ellerine kaydı. Birden kollarındaki ince çizgileri, derin kesik izlerini fark etti. Şok içinde Aysel’in elini tutarak sordu: “Bu ne? Bu kesikler nedir, Aysel?”
Aysel, başını önüne eğerek yutkundu. “Bu kesikler… Anne, benim bu hayattan vazgeçtiğimin işaretiydi. Ama onu bile başaramadım. Tam her şey bitecekken… tam gerçekten belkide becereceğim dediğim anda, o yobaz dediğin kadın beni hayata döndürdü! O kadın bana yaşamanın bir anlamı olduğunu hatırlattı, anne!”
Annesi, bu sözlerin ağırlığı altında nefesi hızlanıyordu. Göğsünü sıkıca tuttu, bir adım geriledi ve alnından terler süzülmeye başladı. Zor bir şekilde, “Aysel… nefes alamıyorum…” dedi. Sesi güçsüzleşmiş, elleri masaya tutunmaya çalışıyordu.
“Anne? Anne, ne oluyor?” Aysel panikle yerinden fırladı. Annesi göğsünü sıkarak yere doğru çömelmişti. “Lütfen bir şey söyle, anne!” diye bağırdı. Annesi, bir şey söylemeye çalışıyor ama nefesi iyice kesiliyordu. Yüzü solmuş, elleri titriyordu.
Her şey bir anda bulanıklaşmıştı. Oya, Aysel’in kapıyı açıp dışarı koştuğunu bulanık bir şekilde görüyordu. Nefesini beyninin içinde hissetti, göğsünün ortasında sanki kocaman bir fil oturuyordu. Her geçen saniye daha ağır, daha dayanılmaz bir hisle mücadele ediyordu.
Kendisini ambulansla hastaneye yetiştirdiler, acil ameliyata girmek zorunda kaldı. Oya gözlerini açtığında çevresinde steril beyaz duvarlar vardı. Koluna bağlı kabloları, kalp monitöründen gelen düzenli "bip" seslerini duydu. Gözleri hemşireye odaklandı. “Merhaba, Oya Hanım,” dedi hemşire yumuşak bir sesle.
Oya yavaş yavaş toparlanıyordu. Gözleri hâlâ sersemlemiş gibiydi. “Neredeyim? Ne oldu bana?” diye sordu, sesi güçsüzdü.
“Endişe etmeyin,” dedi hemşire gülümseyerek. “Büyük bir tehlikeyi atlattınız.”
“Tehlike mi?” diye sordu Oya, hâlâ olanları tam kavrayamadan.
“Evet,” dedi hemşire. “Kalp krizi geçirdiniz. Ufak bir acil operasyon yapıldı ve şimdi daha iyi görünüyorsunuz.”
Oya inanamaz bir şekilde sordu: “Gerçekten mi? Kalp krizi mi geçirdim?”
Hemşire ona güven verici bir şekilde, “Evet. Ama çok şükür. Kalp cerrahımız şehirde bir numaradır. Hatta Türkiye’nin en iyi doktorlarından biri. Bu sizin için büyük bir avantaj oldu,” dedi.
Oya, hemşirenin söylediklerini sindirmeye çalıştı ve sonunda sordu: “Kendisiyle görüşebilir miyim?”
“Tabii ki,” dedi hemşire. “Zaten kendisine haber verdim. Şimdi geliyor.” Ardından perdeyi çekip odadan çıktı.
Oya yatağında beklerken, hâlâ olanları anlamaya çalışıyordu. Göğsünde hafif bir ağrı vardı, ama hissettikleri fiziksel acıdan daha fazlasını ifade ediyordu. Birkaç dakika sonra perde sessizce açıldı. Beyaz önlüğüyle içeri giren doktoru görünce Oya’nın gözleri büyüdü, adeta nefesi kesildi.
“Sen mi?” dedi, sesi şaşkınlık ve hayretle doluydu.
Doktor hafif bir gülümsemeyle Oya’ya baktı. “Evet, ben,” dedi sakince. Meğer doktor Şengül'müş.
Oya’nın dünyası, bir kez daha tamamen değişmişti. Bu beklenmedik karşılaşma, hayatının belki de en büyük dönüm noktalarından biri olacaktı.
Oya, gözlerini doktorun yüzüne dikmiş, şaşkınlıkla sordu: “Ama olamaz… Ben bugüne kadar seni yobaz çağırdım, aşağıladım, cahil dedim. Bana bir kere doktor olduğunu neden söylemedin?”
“Söyleseydim bir şey değişecek miydi, Oya Hanım?” dedi sakince. “Bana kendimi doğru düzgün tanıtma fırsatı bile vermediniz. Beni hep önyargılarınızla değerlendirdiniz. Dinime karşı duyduğunuz düşmanlık yüzünden, beni de kendi gözünüzden gördüğünüz şekilde yargıladınız. Söyleseydim, bu önyargılarınız bir anda kaybolur muydu?
Oya Hanım, biliyor musunuz, insan bilmediğine düşmandır. Bir şeyi anlamazsanız, size tehdit gibi görünür. Ama o şeyi öğrenmeye başladığınızda, korku yerini sevgiye ve saygıya bırakır. İslam’ın da bazen yanlış anlaşılmasının sebebi bu. İnsan bilmediği şeye karşı mesafeli durur, hatta düşmanlık besler. Ama öğrenmeye cesaret ederse, o bilginin getirdiği huzuru ve güzelliği görür.
Oya başını önüne eğdi, sonra utançla yüzünü cama doğru çevirdi.
Şengül, Oya’nın elini nazikçe tuttu ve sıcak bir gülümsemeyle, “Her neyse, Oya Hanım, şimdi dinlenin. İyileşince bana bir çay yaparsınız artık, ne dersiniz?” dedi.
Oya’nın gözleri dolmuştu, ama yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Gözyaşlarını silerken başını salladı. “Evet… Tabii ki,” dedi, içten bir şekilde.
Birkaç gün sonra Oya evine döndü. Şengül, onu ziyaret etmek için evine gitti ve her şeyin değiştiğini fark etti. Oya, artık sıcak bir şekilde davranıyor, Şengül’ü samimiyetle karşılıyordu. Ancak evin içi karmaşıktı; eşyalar her yerdeydi ve neredeyse hareket edecek yer yoktu. İç dekorasyonun renkleri de kasvetliydi, insanın içini daraltıyordu.
Oya, Şengül’e içini açtı ve davranışlarının arkasındaki sebepleri anlattı. Meğer, kocası İslam’ı benimsemiş ve dinin gereklerini yerine getirmeye başlamıştı. Bir Müslüman gibi yaşamaya çalışıyordu, fakat bu durum Oya’yı huzursuz etmişti. Onun için İslam bir düşman, bir tehditti. Oya’nın kocası aslında gerçek bir tehdit oluşturmuyordu, ancak Oya geçmiş deneyimlerinden dolayı onu bir tehdit gibi göstermiş ve yasal süreci manipüle ederek kendini koruma altına almıştı. Bu süreçte çocuğuyla birlikte izini kaybettirmiş ve yeni bir hayat kurmuştu.
Şengül, Oya’nın bu nefretinin kaynağını anlamakta zorlanıyordu. Oya, geçmişinden bir kesit paylaşarak her şeyi açıklığa kavuşturdu. Babası, çocukluğunda bir cemaate bağlanmıştı. Evi ve zamanını cemaat için harcamaya başlamış, ailesini ihmal etmişti. Cemaatin zamanla maddi talepleri artmış, sonunda babası zamanla hem evlerini hem de dükkanlarını kaybetmişlerdi. Bu kayıplar, babasına ani bir kalp krizi getirerek onun ölümüne yol açmıştı.
İşte bu acı geçmiş yüzünden Oya, İslam’a karşı büyük bir nefret geliştirmişti. Şengül, Oya’yı sessizce dinlerken bu travmanın derin etkilerini anlamaya başladı.
Şengül, Oya’ya nazik bir şekilde konuşarak, İslam’ı birkaç kişinin davranışlarına göre suçlamanın yanlış olduğunu anlattı. İnsanların hata yapabileceğini, ama dinin özünün kusursuz olduğunu vurguladı. Ardından Kur’an’dan bir ayet okudu:
"İnsanlardan öyleleri vardır ki, inanmadıkları hâlde 'Allah’a ve ahiret gününe inandık' derler."
(Bakara Suresi, 2:8)
Şengül devam etti: “Bu ayet, münafıkların varlığını anlatıyor, Oya Hanım. İslam’a bağlı olduğunu söyleyen bazı kişiler, gerçekte dinin özünden uzak olabilir. Ancak onların hataları, İslam’ın güzelliğini gölgeleyemez. İslam’ı yargılarken insanların davranışlarına değil, Kur’an’ın ve Peygamberimizin (sav) öğrettiklerine bakmalıyız. Bir düşünün, sahtekar polisler, avukatlar hatta devlet adamları olabiliyor. Ama ne polisten, ne avukattan, ne de devletten vazgeçiyoruz, çünkü biliyoruz ki sistem bu değil. O zaman, neden bir kişi yüzünden İslam’ı yargılıyoruz? Bu yanlış değil mi?
Oya, evin içinde eski bir odayı açıp Şengül’e gösterdi. Oda, tıka basa doluydu; kocasından evliliğine dair hatıralar, babasından kalan eşyalar… Her biri, onun zihninde ve kalbinde bir yer edinmiş, adeta geçmişin fiziksel temsili hâline gelmişti. Şengül, Oya’nın bu eşyaları toplarken ve onlara dokunurken yüzünde beliren duygusal dalgalanmayı izliyordu. Oya birden gözyaşlarına boğuldu. “Bu eşyalar geçmişimin birer parçası... ama beni sürekli orada, geçmişte tutuyorlar,” diye fısıldadı.
Şengül, bu durumun Aysel’i de derinden etkilediğini o an daha net anladı. Oya’nın geçmişte yaşadığı travmalar, onun bugünkü davranışlarına yansıdığı gibi, Aysel’in ruh hâlini ve kişiliğini de şekillendirmişti. Babasından kalan eşyalarla dolu bu oda, aslında Oya’nın hiç kapanmayan bir yarasının sessiz bir anıtıydı. Şengül, bir babanın bir kızın hayatındaki rolünü düşünmeye başladı.
Bir baba, kızının duygusal gelişimi için hayati öneme sahiptir. Oya’nın babası, onun hayatında var olmasına rağmen, cemaatt bağlılığı yüzünden ailesini ihmal etmiş ve sonunda maddi kayıplar yüzünden hem evlerini hem de sağlığını yitirmişti. Bu olay, Oya’nın hayata ve özellikle babasına karşı büyük bir güvensizlik geliştirmesine yol açmıştı. Baba yokluğunun, bir kız çocuğunun benlik algısını nasıl şekillendirebileceğini Şengül derin bir şekilde fark etti.
Oya’nın, babasının ihmali ve kaybı yüzünden hissettiği boşluk, onun kocasını bir tehdit olarak görmesine neden olmuştu. Oya geçmişte yaşadığı bu kayıpların ağırlığını taşırken, Aysel’in de bu mirası devraldığını ve huzursuz bir ruh hâline büründüğünü gören Şengül, bir babanın yokluğunun veya yetersiz varlığının nesiller boyunca sürebilecek bir etkisi olduğunu düşündü. Bu durum, yalnızca bir bireyi değil, o bireyin kuracağı aileyi ve ilişkilerini de şekillendiriyordu. Babaların kızlarına verdiği sevgi, güven ve destek, sağlıklı bir kimlik inşasında vazgeçilmezdi. Ancak bu eksiklik, kırılması zor bir döngü yaratabiliyordu. Tabii ki oğlan için de bu durum önemliydi, ama kız için daha fazlaydı. Belki de Cenab-ı Allah’ın kızların simasını babalarına benzetmesinin hikmetlerinden biri buydu: Baba, kızına sevgiyle daha çok bağlansın diye. Kızın hayatındaki ilk erkek babasıdır; bu yüzden kız, genellikle onun özelliklerinden birini eş olarak seçer. Baba sağlıksızsa, genellikle seçtiği erkek de aynı negatif özellikleri taşıyabiliyor.
Şengül, Oya’ya dönüp sert ama şefkatli bir şekilde konuştu: “Oya, farkında mısın? Yanlış düşüncelerin yüzünden Aysel’i ve kocanı da ruhen hapsediyorsun. Onları geçmişinin gölgesinde yaşamaya mahkûm ediyorsun. Ama babanın kötü bir niyeti yoktu. Hepimiz insanız, hata yaparız. Bunu kabul etmeden, ne kendini ne de aileni özgür bırakabilirsin.”
Bu sözler, Oya’nın içindeki duvarları yıktı. Gözyaşları yanaklarından süzüldü, ardından hıçkırarak ağlamaya başladı. Şengül’ün kollarına sarılmıştı; o anda kendini küçük bir kız çocuğu gibi hissetti. Sanki yıllardır beklediği, babasının kollarında bulamadığı şefkati Şengül’de bulmuştu. Hıçkırıkları, geçmiş acılarının birer birer döküldüğünü hissettirdi.
Bir gün, Şengül balkonda çamaşır asarken aşağıdaki hareketlilik dikkatini çekti. Aysel’in, bir adama doğru yürüdüğünü gördü. Adam dizlerinin üzerine çökmüş, Aysel’in gözlerine bakıyordu. Aysel gülümsedi, ardından adama sarıldı.
O an arkada Oya’yı gördü; pişmanlıkla dolu gözlerle bu sahneyi izliyordu. Boynu eğikti. Adam, Aysel’in elini tuttu ve birlikte Oya’ya doğru yürüdüler. Adam, Oya’nın elini de nazikçe kavradı. Üçü birlikte eve doğru yürümeye başladılar.
Aysel, başını kaldırıp Şengül’ü balkonda gördü. Gözleri sevgi ve sevinçle parlıyordu. Şengül, o an bir kanadı kırık olan bu küçük kızın, babasına kavuşarak yeniden tamamlandığını hissetti. Artık Aysel’in yaraları sarılmaya başlamıştı.