Kadir, kendinden geçmiş halde salonun ortasında uyuyordu. Dün gece yine çok içmişti ve bu sabah başı zonkluyordu. Salonun sessizliğini bir anda telefonun ısrarlı çalması bozdu, ama Kadir derin uykusunda bunu hemen fark etmedi.
Bir süre sonra zil sesi kulaklarına ulaştı, ağır ağır gözlerini araladı. Başındaki şiddetli ağrıyla zar zor telefona uzandı. Ekrana bakınca gözleri büyüdü; arayan Zehra'ydı, yıllardır hiç konuşmadığı, uzaklaştığı hanımı. Şaşkınlık içinde, bu beklenmedik aramanın ne anlama geldiğini düşündü.
Kadir, şaşkınlık içinde telefonu açtı ve "Alo?" dedi. Karşı taraftan gelen kısık ve yorgun bir sesle, "Kadir..." dedi Zehra.
Kadir, bu sesi uzun zamandır duymamıştı ve bir an kulaklarına inanamadı. "Zehra, sen misin?" diye sordu, sesi titreyerek.
"Evet," dedi Zehra, güçlükle konuşuyordu.
"Seninle acil görüşmemiz lazım."
Zehra, hastanede olduğunu ve hangi hastanede kaldığını söyledi.
Kadir'in içini bir endişe kapladı. Zehra, onu arıyorsa durum gerçekten ciddiydi.
"Tamam," dedi Kadir, hızlıca toparlanmaya çalışarak. Telefonu kapattı ve düşüncelere daldı. Zehra aramışsa, ortada mutlaka çok önemli bir mesele olmalıydı.
Kadir, hastaneye gitmek için aceleyle bir taksi durdurdu. Taksi hızla yol alırken, Kadir'in zihni geçmişe doğru bir yolculuğa çıkmıştı.
Bir zamanlar her şey ne kadar da güzeldi... Mutlu bir evliliği, küçük ama sevimli bir radyo ve televizyon tamir dükkanı vardı. Oğulları Yusuf yeni doğmuştu, adını büyük bir mutlulukla koymuşlardı. Aileleri için her şey yolunda gidiyordu; huzur, mutluluk, gelecek vaat eden bir hayat.
Ancak bir gün, eski bir arkadaşıyla karşılaşması her şeyi değiştirdi. Kadir, o günden sonra yavaş yavaş farklı bir yola sürüklenmeye başladı. "Bana Arkadaşını Söyle Sana Kim Olduğunu Söyleyeyim" diye bir söz vardır; ne kadar da doğruydu. İnsan, arkadaşlarını dikkatle seçmeliydi. Zira arkadaş, ya insanı uçuruma sürükler ya da zirveye taşır.
Zehra, Kadir’in değişmeye başladığını fark etmişti. Onun eski halinden eser kalmamıştı; eve geldiğinde üzeri sigara kokuyordu, oysa Kadir sigara bile içmezdi. Bu durum Zehra’yı derinden rahatsız ediyordu ve aralarındaki huzuru bozuyordu.
Her gün Kadir’in bu arkadaşının kötü etkilerinin izlerini üzerinde taşıyarak eve dönmesi, kaçınılmaz olarak tartışmalara yol açıyordu.
Zehra, Kadir’in bu arkadaşla bağlantısını kesmesini istiyor, bunun ailelerine zarar verdiğini görüyordu.
Bir akşam, tartışma alevlendi ve Kadir öfkeyle evi terk etti. Zehra, yalnız başına evde oturmuş, gözyaşları içinde kocasının nasıl bu hale geldiğini düşünüyordu. Onu bu duruma sürükleyen olayların ilki, o malum akşamdı.
Kadir, o gece yaşadığı hatayı düşündü. Arkadaşı Cevdet, "dertleşmek" bahanesiyle onu ısrarla bir meyhaneye sürüklemişti. Kadir, meyhaneye adım attığı andan itibaren huzursuz olmuştu. Cevdet’e dönerek, "Ben burada hiç rahat değilim," demişti. Cevdet ise gülümseyerek, "Merak etme, birazdan rahatlayacaksın," diye yanıt vermişti.
Garson, masaya bir şişe rakı ve birkaç meze getirdiğinde, Kadir’in rahatsızlığı daha da arttı. Gözlerini Cevdet’e dikerek, "Bu ne Cevdet? Ben içki içmem, bunu sen de biliyorsun," dedi. Cevdet ise alaycı bir tavırla, "Bir yudumdan bir şey olmaz, hem dertlerimizi unutmanın en iyi yolu bu," diye karşılık verdi.
Tuzaklarından biri olan 'Bir kereden bir şey olmaz' sözü, tıpkı bir kibrit gibi tehlikeliydi. Bir kibritle bütün bir ormanı yakmak mümkün olduğu gibi, bu küçük adım da kişinin hayatını mahvedebilecek büyük bir felaketin başlangıcı olabilirdi.
Şeytan, insan psikolojisini çok iyi bilir; Hz. Adem’den bu yana sahip olduğu büyük tecrübesiyle, insanları kandırmakta ustadır.
Kadir, o ilk içki yudumunu almıştı, ancak o küçücük yudumun ileride yuvasını yıkacağını, hayatını altüst edeceğini bilemezdi. Başlangıçta sadece ufak bir yudumdu, ama zamanla bu alışkanlık kök saldı. Küçük yudumlar, birkaç yuduma, ardından bir şişeye kadar çıktı. Kadir, meyhaneye gitmeye alışmış, adeta oranın müdavimi olmuştu. Zehra ise kocasının her akşam içkili bir halde eve dönmesine tanık oluyordu.
Bir gece, Kadir o kadar sarhoş halde eve geldi ki, neredeyse ayakta duramıyordu. Zehra’nın artık bu duruma tahammülü kalmamıştı. İçinde biriken öfke, o an patlak verdi. "Bana acımıyorsan, şu çocuğa da mı acımıyorsun?" diye haykırdı. Kadir, sendeleyerek, "Ne var halimde?" diye mırıldandı, kendisi gibi sözleri de dağınık ve anlaşılmazdı.
Zehra, daha da öfkelenerek, "Daha ne olsun, Kadir? Beni geçtim, şu çocuk aylardır doğru dürüst seni görmüyor bile. Nasıl bu hale geldin? Hep o arkadaşının yüzünden oldu," dedi.
Kadir'in içinde bir öfke dalgası yükseliyordu, fakat Zehra sözlerini bitirmedi, devam etti: "Böyle mi örnek baba olacaksın oğluna? Ne güzel, namazlarını ihmal etmeyen, mutlu dolu biriydin, şimdi bir ayyaş oldun çıktın. Eskiden cemaatten çıkmayan adam, şimdi meyhaneden çıkmaz oldu; namazı kaçırmayan adam, şimdi içkiyi kaçırmaz hale geldi."
Bu sözler Kadir’i derinden sarstı, ama içinde biriken öfke ve gurur, pişmanlık ve suçluluk duygularını bastırıyordu. İçinde bulunduğu bu karanlık durumun ne kadar derinleştiğini fark etmek istemedi, ama Zehra’nın her sözü, adeta bir tokat gibi yüzüne çarpıyordu.
Kadir, içindeki öfkeyi artık kontrol edemedi ve Zehra’ya bir tokat attı. Zehra yere düştü, gözlerinde büyük bir üzüntüyle Kadir’e baktı.
"Bir bu vardı yapmadığın, onu da yaptın," dedi. "Artık gidiyorum, oğlumu da yanımda götürüyorum." O gidiş, gerçekten de geri dönüşü olmayan bir gidişti.
Kadir, Zehra’nın ve oğlunun hayatından çıkmasıyla kendini daha da içkiye verdi.
Ancak Zehra, Kadir’den resmi olarak boşanmadı. Hiçbir zaman da boşanmadı. Kadir, her şeye rağmen ona maddi destek sağlamaya devam etti. Bu şekilde bir anlaşma sağladılar; Kadir, Zehra’ya ve oğluna daima maddi olarak yardım etti.
Zamanla dükkanını da sattı, çünkü zihinsel olarak artık hiçbir şey yapacak durumda değildi. Geçimini hamallık yaparak sağladı ve bugüne kadar da bu şekilde hayatta kalmaya çalıştı. Dükkanın parasının büyük bir kısmını da Zehra’ya verdi. Kadir, her ne kadar düşmüş olsa da, maddi sorumluluğunu yerine getiriyordu.
Zaman geçtikçe eskiden yanında olan o sözde dostu, Cevdet, onu terk etti. Kadir artık bir yük haline gelmişti. O an Kadir, Cevdet’in aslında bir arkadaş değil, sadece bir eğlence dostu olduğunu anladı. Eğlenceye koşan dostlar, eğlencede kalırdı, zor günler geldiğinde ise uzaklaşırdı.
Kadir Oğlunu bir kez bile görmedi; çünkü çoğu zaman sarhoştu. Hakikatlerle yüzleşmek istemiyor, tatminliğini ve kaçışını kafasını uyuşturmakta buluyordu. Gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemiyor, kendini çaresiz hissediyordu. Bu da şeytanın insanları düşürdüğü en büyük tuzaklardan biri olan "ümitsizlik tuzağı"ydı.
Kadir’in hayatı, bir zamanlar sahip olduğu her şeyi kaybetmiş, umudunu yitirmiş bir adamın hikayesine dönüşmüştü. Şimdi ise sadece karanlık bir boşluk içinde sürükleniyordu.
Kadir, hastaneye girdikten sonra hanımının kaldığı odayı buldu. Kapının önünde, sandalyesinde oturmuş, boynu bükük bir çocuk vardı. Yusuf'tu bu; Kadir onu hemen tanımıştı. Ama Yusuf, babasını tanımıyordu, çünkü hayatında hiç görmemişti. Kadir, cebinde Yusuf'un bebeklikten bu yana sakladığı fotoğraflara bakarken, Yusuf'un elinde babasına ait tek bir fotoğraf yoktu. Yusuf'un yanında yaşlı bir kadın oturuyordu, onu sakinleştirmeye çalışıyordu.
Odaya adım attığında gördüğü manzara içini burktu. Yatakta, serum takılı halde yatan Zehra'nın yüzü solgundu. Yanında bir hemşire, Zehra'ya dikkatlice bakıyor, serumla ilgileniyordu. Oda sessizdi, sadece tıbbi cihazların hafif sesleri duyuluyordu. Kadir, bu tabloyu gördüğünde içinde büyük bir pişmanlık ve üzüntü hissetti.
Zehra hafifçe gözlerini açtı ve Kadir’in adını fısıldadı... Kadir endişeyle, "Ne oldu Zehra, bu halin nedir?" diye sordu. Zehra zayıf bir sesle cevap verdi, "İyi değilim Kadir. Doktorlar çok az bir zamanım kaldığını söylüyor." Bu sözleri duyunca Kadir, hemen yanındaki sandalyeye oturdu, Zehra’ya daha yakın olabilmek için. "Ne demek çok az bir zamanım kaldı, hiçbir şey anlamıyorum," diye sordu, sesi titreyerek. Zehra derin bir nefes aldı ve gözlerini hafifçe kapatarak, "Kanserim Kadir, son aşamadayım... Artık son zamanlarımı yaşıyorum," dedi. Kadir, Zehra'nın bu sözleriyle adeta bir şok yaşadı. Yüzü bir anda acı ve çaresizlikle doldu. Gözleri kısılmış, kaşları çatılmıştı, derin bir üzüntü ve şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemiyordu. Yüzü, içindeki büyük acıyı yansıtıyordu; sanki dünya başına yıkılmış gibiydi.
İnsan ne kadar tuhaf değil mi? Neden birini kaybettiğimizde ya da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızda onun kıymetini anlıyoruz? Mutlaka bir şeyin elimizden gitmesi mi gerekiyor, onu anlamamız için?
Kadir, "Peki neden daha erken davranmadın?" diye sordu. Zehra yorgun bir şekilde cevap verdi, "Belirtiler vardı ama ben kanser olduğumu düşünemedim. Artık bunları konuşmanın bir anlamı yok; kaderimde ne varsa onu yaşıyorum. Şimdi bundan sonrasını konuşmalıyız. Benim Kadir’i emanet edecek kimsem yok. Bugüne kadar elimden geleni yaptım onun için. Şimdi onu sana emanet ediyorum. Oğlumuz artık sana emanet.
Onunla konuşacağım. Kadir’i artık yanına al. Her gün yanıma getir. Bu onun için zor olacak ama inanıyorum ki Allah’ın izniyle imanı ağır basarsa kısa sürede atlatacak. Artık sen de kendine çeki düzen ver; bir şişe içkinin içine kendini hapsedip gittin.
Bir kere olsun oğlunu gelip görmedin. Bugüne kadar bana yaptıklarını yine de affediyorum ama eğer oğluma karşı bir hata yaparsan, öbür dünyada iki yakana yapışırım. Oğlumuza iyi bak. Senin için de zor olacak biliyorum, ama yine de senin için umudum var. Artık sorumluluktan kaçamazsın.
Zehra, Yusuf’u yanına çağırdı ve onunla uzun bir süre konuştu. Konuşma sırasında Yusuf, kafasını annesinin göğsüne koydu ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Kadir ise bu sırada dışarıda bekliyordu. Daha önce Yusuf’u teselli eden yaşlı bayan, Kadir’e sert ve kınayıcı bir bakış attı. Sanki onun kim olduğunu biliyor ve onu yargılıyordu.
Bir süre sonra hemşire, Kadir’i odaya çağırdı. Yusuf, babasına yabancı biri gibi bakıyordu. Kadir’in bakışları donuk ve karışıktı; içinde hem pişmanlık hem de utanç vardı. Yusuf ise, babasına karşı derin bir kırgınlık hissediyordu. Gözlerinde, babasına duyduğu hayal kırıklığı ve mesafe vardı. Kadir’in kalbinde ise, bu bakışlar büyük bir ağırlık ve acı yarattı.
Kadir, Yusuf’u alıp evine götürdü. Yusuf, annesinin sözünü dinledi ve babasıyla gitmeyi kabul etti. Ancak evdeki durum hiç de iç açıcı değildi. Kadir, Yusuf’un dikkatini çekmeden mutfağa gidip dolaptaki rakı şişesini çıkardı ve ara sıra ondan yudumladı.
O sırada Yusuf, odada tek başına, pencere kenarında oturmuş düşüncelere dalmıştı. Annesinin fotoğrafını pencere kenarına koymuş, ara sıra ona bakıyordu.
Kadir, odadan içeri girdi ve " Sana bir şeyler hazırlayayım mı?" diye sordu. Aslında evde pek bir şey yoktu; Kadir genellikle günde bir kez, o da genellikle kahvaltılık bir şeyler yerdi. Yusuf, başını kaldırmadan, "Hayır," dedi ve tekrar camdan dışarı bakmaya başladı.
Kadir ne söyleyeceğini bilemiyordu. Oğluyla iletişim kurmak istiyordu ama ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Zaten kafası da yerinde değildi; yarı sarhoş bir haldeydi. Yusuf ise, içinde bulunduğu bu yabancı ve soğuk ortamda, annesini düşünerek, içindeki acıyı dindirmeye çalışıyordu.
Sabah olmuştu, Kadir kanepede uyuya kalmıştı. Gözlerini açtığında banyodan su sesleri geliyordu. Kalkıp baktı, Yusuf abdest alıyordu. Yusuf bir an duraksadı, ardından "Havlu var mı?" diye sordu, sonra da "Baba" dedi.
Kadir'in içi ısındı, bu "baba" kelimesi onun içinde derin bir merhamet duygusu uyandırdı. Bu, bir fotoğrafa bakmak gibi değildi; bu kelime, aralarında gerçek bir bağın varlığını hissettirdi.
Kadir, oğlunun yüzüne dikkatle baktı; gözleri, tıpkı annesi Zehra’nın gözleri gibiydi. Hatta yüz hatlarının çoğu da annesine benziyordu, sadece çenesi Kadir’e çekmişti. Bu da Allah’ın bir lütfu olmalıydı. Genellikle kız çocukları babalarına, erkek çocukları ise annelerine benzer. Belki de bunun hikmeti, çocuklar büyüyüp evlenene kadar anne ve babalarının onlara olan sevgisini daha da pekiştirmekti. Bir erkek çocuğunun anne şefkatine, bir kız çocuğunun ise baba korumasına ve sevgisine çok ihtiyacı vardır.
Kadir, "Sana havlu çıkarayım, oğlum," dedi. Yusuf abdestini tamamlayıp kendini kuruladı ve namaza durdu. Kadir, oğlunun namaza durmasını izlerken, içinde iki farklı duygu vardı: Bir yandan, küçük yaşta Allah’ın huzurunda namaza duran oğlunu görmekten mutluluk duyuyordu; diğer yandan ise, 48 yaşında olmasına rağmen kendisinin namaz kılmadığı için derin bir utanç hissediyordu.
Yusuf, kısa süre içinde babasının bir alkolik olduğunun farkına vardı ve bu durum onu derinden üzdü. Bir akşam, babası o kadar sarhoştu ki Yusuf onun ceketini çıkarıp yatağa yatırdı.
Kadir, her şeye rağmen sözünü tutuyor ve oğlunu annesine götürüyordu.
Aradan iki hafta geçmişti ki, yağmurlu bir sabah Kadir'in telefonu çaldı. Hastaneden arıyorlardı; Zehra vefat etmişti. Yusuf, "Baba, annem Hakk'a yürüdü mü?" diye sordu. Kadir, "Evet oğlum, annen Hakk'a yürüdü," dedi.
Cenaze namazı kılındı, Zehra toprağa verildi. Hoca duasını okudu, birkaç akraba taziyelerini sunup ayrıldılar. En son Kadir ve Yusuf mezarın başında kaldılar. Yusuf, annesinin mezarının başında ağlıyordu, Kadir ise büyük bir pişmanlık içinde geçmişte yaptıklarını düşünüyordu. Yusuf, evde annesine Yasin okurken Kadir sürekli içiyordu. O kadar içmişti ki, sonunda kendinden geçti. Yusuf, babasını tekrar yatağa yatırdı ve babasının hidayeti için dua etti.
Ertesi sabah, Kadir Yusuf’a ne yemek istediğini sordu. Yusuf, "Yağda yumurta" dedi. Kadir, bu işte hiç tecrübeli değildi; mutfağa gidip dolabı açtı, dört yumurta çıkardı, tavayı alıp içine zeytinyağı koydu. Yumurtaları kırarken her yere akıttı. Öfkeyle "İşte benden bu kadar baba olur!" diye bağırarak tavayı fırlattı. Yusuf tavayı yerden kaldırdı ve sakin bir şekilde, "Baba, neden kızıyorsun?" dedi. Kadir, "Ben bu işi beceremiyorum, anladın mı? Benden baba olmaz," diye karşılık verdi.
Yusuf, babasının sırtını sıvazlayarak, "Her başarı, tecrübelerden gelir, babacım. Tecrübeler ise hatalardan doğar. Thomas Edison, büyük bir mucitti. Elektrik ampulünü icat ederken 1.000’den fazla deneme yaptı, ama hiç vazgeçmedi. Edison, 'Ben başarısız olmadım. Sadece işe yaramayan 1.000 yolu keşfettim,' demiş. Bu yüzden hatalarını dert etme, her hata bir öğrenme fırsatıdır.” dedi.
Yusuf, babasının telefonunu aldı. Kadir endişeyle, "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Yusuf gülümseyerek, "Yumurta nasıl pişirilir ona bakıyorum, baba," dedi. Telefonu masaya koydu ve birlikte videoyu izlediler. "Bak baba, yumurtayı nasıl pratik şekilde kıracağını gösteriyor," dedi Yusuf. Beraber yumurtayı pişirdiler. Kadir ekmeği ikiye böldü; yarısını oğluna, yarısını da kendisine aldı. İkisi de aynı tavadan ekmeklerini batırarak yumurtalarını yemeye başladılar.
Yemek sırasında Yusuf, babasına sordu, "Babacım, neden içki içiyorsun? Sen Müslüman değil misin?"
Kadir, "Tabii ki Müslümanım, oğlum," diye yanıtladı.
"Peki, neden içiyorsun baba? Bugüne kadar içtin, ne oldu?"
Kadir, ne cevap vereceğini bilemiyordu, ama oğlunun üstün bir zekaya sahip olduğunu fark etti. Yusuf’un soruları adeta bir satranç oyunu gibiydi; Kadir kendini sürekli köşeye sıkışmış hissediyordu.
Kadir, "Ben de bilmiyorum neden içiyorum, oğlum. Ama artık çok geç," dedi.
Yusuf ise kararlı bir şekilde, "Neye geç baba? Bak, hâlâ nefes alıp veriyorsun. Tövbe kapısı açıkkken neden bu hayatını yakıyorsun? Bu dünyanın bir günü, ahiretin bin yılından daha hayırlıdır, baba. Çünkü burada yaptıklarımızı orada biçeceğiz. Burada hesap yok, amel var. Ama orada hesap var, amel ve tövbe imkanı yok," dedi.
Yusuf’un bu sözleri, Kadir’i derin düşüncelere daldırdı.
Kadir, oğlunu okula götürüyordu. Yolda Yusuf, "Baba, şeytanın en büyük tuzaklarından biri nedir, biliyor musun?" diye sordu.
Kadir merakla, "Nedir oğlum?" dedi.
Yusuf, "İnsanı umutsuzluğa düşürmek," diye yanıtladı. "Bunun en büyük belirtisi de tövbe etmemek Baba ve Cenab-ı Allah'ın rahmetinden ümit kesmek. Allah her zaman affetmek için hazırdır, yeter ki biz değişmek için niyet edelim. Bir içkiciden gün gelir, bir evliya bile olur baba."
Kadir şaşırdı, "İçkiciden mi? O nasıl oluyor?" diye sordu.
Yusuf, "Bak baba, sana Bişr-i Hafin’in kıssasını anlatayım," dedi.
“Bişr-i Hafî, eskiden içkiye düşkün, dünya zevklerine dalmış biriydi. Bir gün, sokakta yürürken yerde Allah’ın isminin yazılı olduğu bir kağıt buldu. Bu duruma çok üzüldü ve o kağıdı yerden alıp saygıyla evine götürdü. Kağıdı temizledi, güzel bir koku sürdü ve yüksek bir yere astı. O gece rüyasında Allah ona, "Benim ismimi yücelttin, ben de senin ismini yücelteceğim" diyerek hitap etti. Bu olay, Bişr’in kalbinde derin bir etki yarattı ve hayatını tamamen değiştirdi. O günden sonra tövbe etti, içkiden ve diğer kötü alışkanlıklardan vazgeçti ve büyük bir veli oldu.
Yusuf, babasına döndü ve "Bak görüyor musun Baba, insan değişebilir. Yeter ki niyeti değişmek olsun. Sen Allah'ı hayatında yüceltirsen, O da seni yüceltir ve korur," dedi.
Ardından Yusuf babasına dönüp Mevlana'nın güzel sözlerini hatırlatarak konuştu: “‘Bir gün gelir, açmaz dediğin çiçekler açar. Gitmez dediğin dertler gider. Bitmez dediğin zaman geçer. Hayat öyle bir sır ki; önce şükür, sonra sabır, sonra da inanmak gerek.’ Hiçbir zaman inancını yitirme, Baba. İnsanız, mutlaka hata yapacağız, ama hataya odaklanmayacağız. Her hatadan öğrenilecek bir şey var. Her gün yeni bir sayfa açmalıyız. Diyelim ki önceki sayfaları karaladık, o zaman geri kalanları dolu dolu dolduralım. Diyelim ki elimizde 1000 lira var ve 800 lirasını harcadık zarar ettik. Neden kalan 200 lirayı ticaret için kullanmayalım ki? Belki o geri kalan 200 lira sana büyük bir kazanç getirecek. Biz bilemeyiz. Aynı şekilde, ahiretimiz için kalan ömür sermayemizi neden boşa harcayalım ki, değil mi Baba?"
Yusuf devam etti: "Ne kadar düşersek düşelim, 'Bismillah' deyip tekrar ayağa kalkacağız. Bu dünya köprüsünde yürümeye devam edeceğiz ve bu köprüde birçok imtihanla karşılaşacağız. Cenab-ı Allah’a sığınacağız, niyetimizi daima düzelteceğiz ve güzel ameller işleyeceğiz. Burası ekme yeri, ahiret ise ektiğimizi biçme yeri.
Okula vardıklarında, Kadir oğluna veda ederken Yusuf, "Baba, seni çok seviyorum ve sana inanıyorum," dedi. Babası gülümseyerek ona el salladı ve "Ben de seni çok seviyorum, oğlum," dedi.
O günün akşamında Kadir, içki içmemek için kendini zorladı ama yine de dayanamadı ve içmeye başladı. Yusuf, yine babasını yatağa yatırdı ama bu sefer gözyaşları içinde secdeye kapanarak dua etti. "Allah'ım, ne olur babama hidayet nasip et, onu affet, Allah'ım," diye yalvarıyordu. Yusuf'un içten yakarışı, Kadir'in kalbine derin bir şekilde dokundu. Gözlerini kapattı ve uyur gibi yaptı, ama içten içe ağlıyordu. Oğlunun duası, kalbine işleyen bir ışık gibi hissetti.
Ertesi sabah, Yusuf abdest alırken Kadir de kalktı ve abdest almaya başladı. Kadir "Artık tövbe ediyorum, oğlum," dedi. Bu, Yusuf'un hayatındaki en mutlu anlardan biriydi. Annesini kaybetmenin getirdiği en derin üzüntüden sonra, babasının bu dönüşümü, onun en büyük mutluluğu oldu.
O gün Kadir, Yusuf’u okula bıraktıktan sonra iş yerinde bazı problemlerle karşılaştı. Bir müşteriyle yaşadığı tartışma, Kadir'in uyarılarına rağmen müşterinin hatalı talepleri sonucunda oluşan bir sorundan kaynaklandı. Kadir, müşteriyi daha önce uyarmış, ancak müşteri inatla kendi isteklerini dayatmıştı. Sonuçta, müşteri eşyasının çizilmesine neden oldu ve bu durumu Kadir'e yüklemeye çalıştı.
Bu olayın ardından Kadir, Yusuf'u almaya geç kaldı. Yusuf, babasını aramak için yolun karşısına geçmeye karar verdi, ancak dikkatsizce yola çıktı ve bir araba ona çarptı. Hemen ambulansla hastaneye kaldırıldı.
Kadir, oğlunun kaza geçirdiğini duyar duymaz hastaneye koştu. Doktorlar, Yusuf’un beyin kanaması geçirdiğini ve acil ameliyata alındığını söyledi. Durumun ciddi olduğunu ve ameliyat başarılı geçse bile Yusuf’un tam olarak belkide sağlığına kavuşamayabileceğini belirttiler.
Bu haber, Kadir için büyük bir darbe oldu. Oğlunun başına gelenler, hayatında karşılaştığı zorluklar arasında belki de en acı verici olanıydı. Kadir, hastanede oğlunun ameliyatını beklerken içindeki acı ve endişe büyüyordu. Bu ağır duygularla baş edemeyen Kadir, hastaneden çıktı ve üzgün bir şekilde sokaklarda dolanmaya başladı. Yürürken bir içki dükkanının önünden geçti ve içinde büyük bir öfke patlaması hissetti. O an, Yusuf’un kendisine söylediği öğütleri unutmuştu; duyguları aklını örtmüştü. Oysa tam da bu an, sabır göstermesi gereken bir andı.Terbiye edilmemiş nefsi, harama meyilliydi; haram onun için bir cazibe merkezi olmuştu. Şeytanın vesveseleri ve nefsin baskısı altında eziliyordu.
Kadir titremeye başladı, ileri doğru birkaç adım attı, sonra durakladı ve içki dükkanına geri dönüp bir şişe aldı. Şişeyi bir torbaya sararak bir parkta bir banka oturdu. O sırada orada çaresizce oturan başka bir adam, Kadir’in içki şişesini gördü ve ona sordu: “Senin derdin nedir arkadaş?”
Kadir gözleri dolu bir şekilde adama baktı ve "Oğlum," dedi, duraksadı, sonra devam etti, "Oğlum hastanede, ağır yaralı... Ameliyat oluyor. Belki onu kaybedeceğim."
Adam, Kadir’in derdinin büyüklüğünü hissederek, "Derdin büyükmüş, geçmiş olsun kardeş. En azından benimkisi gibi koca bir yalan değilmiş," dedi ve kendi acı dolu hayatına gönderme yaptı.
"Vay be, ne imparatorluklar kurmuşum! Allah şifa versin oğluna," diye ekledi ve yanından ayrıldı.
Kadir kendi kendine mırıldandı: "İşte sen ancak buysun, ancak buna layıksın. Senden baba mı olur? Sen kim, baba olmak kim..."
İçki şişesini açtı, tam yudumlayacakken birden etrafında rüzgar güçlendi. O sırada, sanki uzaklardan gelen ince bir ses duydu: "Babaaa…"
Kadir, şaşkınlıkla durdu, elindeki şişeyi indirdi ve etrafına bakındı. Ses bir kez daha yankılandı, "Babaaa, yapma Baba…"
Bu sesi, kafasında canlandırdığını düşündü. Kadir, içki şişesini tam kafasına dikeceği sırada bir ses duydu:
"Bakarmısın evlat!"
Kadir, şaşkınlıkla dönüp sesin geldiği yöne baktı. Karşısında Beyaz, gür bir sakalı yaşlı bir adam vardı, ve başında siyah bir sarık sarılıydı. Adamın giyimi, sade ama oldukça zarifti. Üzerinde beyaz, bol bir cübbe vardı ve bu cübbenin altında mütevazı, yıpranmış ama temiz bir şalvar bulunuyordu. Ayaklarında ise eski ama bakımlı deri sandaletler vardı. Adamın duruşu, ağırbaşlılık ve sükûnetle doluydu ve yüzünde bir nur vardı, bu nur sanki karanlık bir odada yanan bir mum gibi etrafına ışık saçıyordu.
Kadir, bir an duraksayarak, "Buyur Amca, bir şey mi oldu?" diye sordu.
Amca, sakin bir şekilde, "Hayır evladım, sadece senden bir isteğim olacak.
Çakmağın var mı?" dedi.
Kadir, "Evet, var," diyerek çakmağını çıkardı ve adama uzattı.
Adam çakmağı aldı ve beklenmedik bir şekilde, "Güzel, şu Kur’an'ı yakacağım da," dedi.
Kadir'in gözleri anında öfkeyle parladı ve "Ne diyorsun sen? Kur’an hiç yakılır mı? Derdin nedir senin?" diye bağırdı.
Adamın yüzündeki tebessüm bir anda ciddiyete dönüştü ve sakin ama derin bir sesle, "Ah be evladım, Kur’an'ı neden yakacağımı soruyorsun da, peki sen neden kendini yakıyorsun?
Yazık değil mi? Bu Kur'an, Sırat-ı Müstakim'i yani doğru yolu göstermek için bir kılavuzdur. İnsan oğlu için indirildi çünkü insan oğlu çok kıymetli. Ama sen, Kur'an'a verdiğin kıymeti neden onu yaşayarak kendine vermiyorsun?” Dedi.
Kadir utandı bu sözler onu derinden etkiledi. Adam devam etti: "Oğlunun sana söylediklerini unuttun mu?" Bu sözlerle Kadir, oğlunun ona verdiği öğütleri hatırladı ve şaşkınlıkla, "Amca, sen kimsin?" diye sordu.
Adam sakin bir şekilde cevap verdi, "Kim olduğum önemli değil, ama beni tanıyanlar 'Sırdaş Baba' derler."
Tam o sırada sabah ezanı okunmaya başladı. Sırdaş Baba parmağıyla camiyi işaret ederek, "Bak, ezan okunuyor," dedi. "Git, duanı yap. Öyle samimi yap ki gökteki kapılar oynasın ve Allah’ın rahmeti insin."
Kadir camiye doğru baktı ve geri döndüğünde Sırdaş Baba ortadan kaybolmuştu.
Kadir şaşkınlık içinde etrafına bakmaya başladı; Sırdaş Baba’yı arıyordu. Sağa baktı, sola baktı, arkasına döndü, ama Sırdaş Baba ortadan kaybolmuştu. Sanki hiç orada olmamış gibi. Kadir, gözlerinin önünde olup bitenlere inanamaz bir haldeydi.
Kadir, elindeki içki şişesini çöpe attı ve derhal camiye gitti. Sabah namazını kıldıktan sonra herkes camiden ayrıldı, ancak Kadir geride kaldı.
Boynunu eğmiş, dizlerinin üstünde oturuyordu. Sonra secdeye kapandı ve gözyaşları içinde ağlamaya başladı. Rabbine seslendi:
"Allah’ım, ben günahkar kulun sana yalvarıyor! Ey aziz olan, yüce olan Allah’ım. Tüm kâinatın Mâlik’i olan, dilediğine ‘Ol!’ diyen ve her şeyi var eden Sensin. Tüm kâinatın Sultanı, hiçbir şeye muhtaç olmayan, çok cömert, aziz ve rahmet sahibi olan yüce Allah’ım. Hayat veren ve hayatı alan, sonsuz güç sahibi, her şeyi işiten ve gören, sonsuz ilim ve kudret sahibi olan yüce Allah’ım. Ben aciz bir kulun olarak Senin kapına dayanıyorum. Rabbim, ne olur oğlumu bana bağışla. Şâfî olan, şifa verici Rabbim, ona şifa ver. Doktorlar sadece bir sebep; Senin iznin olmadan bir yaprak bile yerinden kımıldamaz.
Ya Rabbim, peygamber efendimizin s.a.v, Senin Habibinin hürmetine, oğlumun hürmetine, yaptığım herhangi bir iyiliğin hürmetine, oğluma şifa ver, onu bana bağışla."
Secde, gözyaşları içinde dolmuştu. Kadir, uzun bir süre secdede kaldıktan sonra başını kaldırıp gözlerini sildi, tekrar hastaneye doğru yöneldi.
Hastaneye vardığında, doktor onu gülümseyerek karşıladı ve müjdeyi verdi: "Yusuf’un ameliyatı başarılı geçti. Nasıl olduğunu bilmiyorum, adeta bir mucizeydi. Ameliyatı yaparken pek umudum yoktu ama çok şükür her şey yolunda gitti. Şu an uykuda, uyanır uyanmaz bazı testler yapacağız. Her şeye hazırlıklı olmalıyız."
Yusuf uyandığında, doktor testlere başladı ve sonuçlar mükemmeldi; Yusuf tamamen sapasağlamdı.
Kadir, oğluna tüm olanları anlattı. Sırdaş Baba’yı anlattığında, Yusuf heyecanla, "Onu rüyamda gördüm," dedi. "Bir müddet burada kalacaksın, dedi ve çok güzel bir bahçedeydik. Seni arıyordum, o da korkma baban iyi, dedi. Ben de, 'Ben olmasam belki babam yine içki içer,' dedim. O tekrar, 'Korkma, baban iyi olacak,' dedi."
Bu olağanüstü olay, Kadir’in hayatında unutulmayacak bir olay oldu.
Yaklaşık bir ay sonra, Kadir okula döndü ve derslerini başarıyla tamamladı. Hatta o kadar başarılı oldu ki, okulda birinci geldi. Öğretmeni, bu başarıları görünce Kadir’i çağırıp, Yusuf'un Süleyman Bey’in Şahin Vakfı’na müracaat etmesi için ricada bulundu. Kadir, burs için müracaat etti ve eğer kazanırsa, Yusuf ortaokul, liseyi ve ardından yüksek okulu yurt dışında, Amerika'da özel bir eğitim programında bitirecekti.
Bu eğitim süreci tamamlandıktan sonra da Süleyman Bey'in şirketinde hizmette bulunacaktı. Süleyman Bey, yeni nesle büyük önem veriyordu çünkü onun için yeni nesil, ümmetin dirilişi için bir umut kaynağıydı.
Süleyman Bey, gençlerin en iyi şekilde eğitilmesi ve gelecekte liderlik etmeleri için gereken tüm fırsatları sunmaya kararlıydı. Onun vizyonunda, iyi yetişmiş, değerlerine bağlı bir gençlik, toplumun ve ümmetin kalkınması için en büyük güçtü. Kadir, oğlunun böyle bir fırsatı yakalayarak hem ailesine hem de ümmete hizmet edebilmesi için bu bursu kazanmasını yürekten diliyordu.
Her ne kadar Kadir, oğlunun yanından ayrılmasını istemese de, onun iyiliği ve geleceği için bu teklifi kabul etti. Kadir, oğluna bu durumu ilk açıkladığında, Yusuf gözyaşlarına boğuldu ve kendisini yanında istemediğini düşündü. Kadir, oğlunun omuzlarını tuttu ve onu kendine çekti:
"Sen benim hayatımdaki en güzel hediyelerden birisin. Seni oralara göndermek bana ne kadar zor geliyor biliyor musun? Canımdan sanki bir parça gidiyor ama senin iyiliğin ve geleceğin için buna razıyım, oğlum. Her sene seni görmeye geleceğim, seni sürekli telefondan arayacağım.
Bak oğlum, senin bir yeteneğin var, bunu sana Cenab-ı Allah emanet olarak verdi. Bu yeteneği şimdi ümmet için kullanmalısın. Senin gibi nice yetenekli evlatlar bir araya gelip bir vücut gibi İslam sancağını taşıyacaksınız, anladın mı oğlum? Şu an buna çok ihtiyacımız var."
Yusuf, babasının yüzüne baktı ve "Peki babacığım, söz veriyorum. Okulumu başarıyla bitirip tüm yeteneklerimi İslam uğruna kullanacağım," dedi
Zaman geçti ve Yusuf bursu kazandı. Sene sonunda, mezuniyet gününde tüm anneler ve babalar tören için toplanmıştı. Okulun baş müdürü, Yusufu tebrik etti ve ona ödül verdi. Babasını ricasıyla mikrofona çağırdılar. Kadir ne diyeceğini bilmiyordu; kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Bir müddet düşündükten sonra konuşmaya başladı:
"Burada herkes ne kadar iyi bir baba olduğumu zannediyor, değil mi? Ne kadar iyi yetiştirmiş oğlunu? Bütün her şeyi ilk olarak Cenab-ı Allah'a borçluyum; bana böyle güzel bir evlat verdiği için, derken salih, güçlü ve şefkatli bir hanım verdiği için şükürler olsun.
Yusuf, annesine çok benziyor. Annesi rahmetli, hayatımda tanıdığım en akıllı insanlardan biriydi. Ben ona layık olamadım ama o çok güzel bir evlat yetiştirdi. Allah ondan bin kere razı olsun.
Bir karanlığın içinde iken, oğlum karşıma çıktı ve bana hayatta olumlu düşünmeyi öğretti. Geçmişi unutup yeni bir sayfa açmayı ve ilerideki satırları düşünmemeyi öğretti. Çünkü bizler hem geçmişi hem geleceği düşünerek, şimdiki zamana sabrımız kalmıyor ve şimdiki hayata odaklanamıyoruz. Oysa yeri geldiğinde, geçmişten ders almak ve gelecek için tevekkül etmek gerekir.
Diyeceğim o ki, eşlerinizin ve çocuklarınızın kıymetini bilin. Televizyonlar, telefonlar evin içinde bizi paramparça ediyor. Ne olur kapatın, eğer bir şeyi izleyecekseniz hep beraber bir arada izleyin.
Çocuklarınızla ilgilenin; zaman çok çabuk geçip gidiyor. Onları sevin, onların çok sevgiye ihtiyacı var. Başlarını okşayıp alınlarından öpmekten çekinmeyin. Ben zamanı geri döndüremiyorum ama oğlum bana geri kalanları ziyan etmemeyi öğretti. Herkes bir şekilde gelir hayatınıza; kimisi bela, kimisi de hediye. O benim hediyem. Seni çok seviyorum, oğlum, ve seninle gurur duyuyorum."
Bu sözlerden sonra, salondaki birçok insanın gözleri doldu ve herkes ayağa kalkıp Kadir’i alkışladı. Yusuf, yurt dışında okuluna başarıyla devam etti ve Kadir sözünü tuttu; daima oğlunu aradı ve her sene sonunda onu görmeye gitti.