Said Aslan, ikindi namazını kılmış, evine gidiyordu. Kendisi, gelip geçmiş Türk ordusunda komutanlık yapmış bir gazi idi. Bütün hayatını Türk ordusu için feda etmişti. Eşi ya da çocuğu olmamış, son zamanlarını ise artık yaşlılar evinde geçiriyordu. Her gün evine dönmeden önce çay bahçesinde oturur, çayını içer, simit yer ve kuşlara yem verirdi. Daima derin düşünceler içinde olurdu.
Tam evine dönmek üzereyken, karşısına bir olay çıktı. İki çocuk, bir başka çocuğu dövüyordu. Yaşları belki 12 ya da 13 civarındaydı.
Biri, diğerini hırpalıyor, diğeri ise alay ederek gülüyordu. Bu durumu gören Said Aslan’ın yüzü bir anda asıldı, içinde öfke kabardı. Çocuklara doğru yüksek sesle seslendi:
“Hey, durun! Ne yapıyorsunuz? Bırakın o çocuğu!” dedi.
Ancak çocuklar yaşlı adama aldırış etmeden, onu görmezden gelerek devam ettiler.
Bu kez Said Aslan iyice heybetlendi, onlara doğru yaklaştı ve bastonunu yukarı kaldırdı. Bir komutan gibi gür bir sesle bağırdı:
“Size emir verdim! Derhal durun!”
Her ne kadar yaşlı olsa da, çocuklar gözlerindeki ürkütücü otoriteyi, sert bakışlarını ve keskin, tehditkâr ifadesini görünce oldukları yerde durdular. Birbirlerine bakıp korkuyla geri çekildiler.
Diğer çocuk, arkadaşına dönerek, “Hadi gidelim buradan,” dedi ve ikisi de hızla oradan uzaklaştılar.
Said Aslan, hırpalanan çocuğa yaklaştı. Çocuğun kaşı hafifçe yarılmış, gözünün altında küçük bir morluk oluşmuştu. Kıyafeti yırtılmış, ceketi yer yer sökülmüştü. Yerdeki oyun makinesini alıp boynu bükük bir halde duran çocuğa yaklaştı.
“Evlat, iyi misin?” diye sordu.
Çocuk, utangaç bir şekilde, “İyiyim Amca, teşekkür ederim,” dedi ve yürümeye başladı.
Said Aslan, "Hey çocuk, nereye gidiyorsun?" diye seslendi.
“Eve gidiyorum,” dedi çocuk.
"Dur, gel buraya," dedi.
Çocuk biraz çekingenlikle yanına yaklaştı. Said Aslan, nice evlatlar yetiştirmiş bir komutandı ve çocuğun ezik ve içine kapanık karakterini hemen fark etmişti.
Yüzü temiz, dürüst bir çocuktu. Ne olduysa, Said Aslan bu çocuğa karşı bir ilgi duymaya başlamıştı.
"Pilav sever misin?"
“Pilav mı?” dedi çocuk, şaşkınlıkla.
“Evet, pilav. Gel sana bir tabak ısmarlayayım, sonra evine gidersin. Hem şu kaşındaki kanı da temizleriz.”
Çeşme başına gittiler. Said Aslan çocuğun yüzünü temizledikten sonra ona pilav ısmarladı. Birlikte deniz kenarındaki masada oturup pilavlarını yemeye başladılar.
“Adın ne senin?” diye sordu Said Aslan.
“Mehmet,” dedi çocuk.
“Güzel bir isim. Anlamını biliyor musun?”
Çocuk başını iki yana salladı. “Hayır, bilmiyorum,” dedi.
"Mehmet ismi, Muhammed adının kısaltmasıdır. Mehmet, hem yerde hem gökte övülen anlamına gelir, tıpkı Muhammed ismi gibi. Çok şerefli bir ismin var, kıymetini bil," dedi.
Derken "Benim adım Said... Said Aslan. Bana Saidi Amca veya Gazi Amca diyebilirsin" dedi.
Çocuk merakla sordu, "Gazi ne demek?"
"Gazi, evlat, savaşta vatanı için savaşan ama sağ dönen kişiye denir. Vatanını, milletini, inancını korumak için mücadele eden, ama hayatta kalan insana bu unvan verilir.
Bizler canımızı ortaya koyarız, ama her zaman şehit olmayız; sağ dönersek gazi oluruz.
Bu, hem büyük bir sorumluluk hem de onurdur.
"Yani sen bir kahramansın," dedi Mehmet.
"Senin de, benim de en büyük kahramanımız ve hatta komutanımız var, biliyor musun?"
Mehmet merakla sordu, "Kim o?"
O, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'dir.
Said Aslan devam etti, "Tüm kâinat Peygamber Efendimiz (s.a.v) için yaratıldı. O, Allah’ın en sevdiği, O'nun habibiydi.
Bir hadis-i şerifte şöyle geçer: 'Lev lâke lev lâke, lemâ halaktü'l-eflâk' yani 'Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.
Efendimiz hem yetim hem öksüzdü. Küçüklüğünden beri zorluklarla yoğrulmuştu, çünkü onun çok büyük bir görevi vardı: Tüm âlemlere peygamber olarak gelmişti.
Yaklaşık 23 yıl boyunca peygamberlik görevini yaptı. Zamanında Mekke gibi zalimlerin, haksızlıkların öne çıktığı bir yerde yaşadı.
Ve o kavmin çoğunu en yüksek ahlaka sahip insanlar haline getirdi. Onlar yüce makamlara eriştiler.
Bir devlet yokken, devlet kurdu ve insanlık yeniden doğdu. Bu başlı başına bir mucize, değil mi?
Geçmişte hangi devlet böyle bir başarıya ulaşmış, üstelik Peygamber Efendimiz okuma yazma bile bilmezken?"
Said Aslan bir kaşık daha pilav aldı, durakladı ve gözlerini çocuğa dikerek devam etti:
"Efendimiz (s.a.v) vefat etmiş olsa bile, bizler, Allah’ın Kur’an’ına ve Peygamberimizin sünnetlerine titizlikle devam ediyoruz.
Sadece biz değil, insanlara da anlatıyoruz. Çünkü evlat, biz çok büyük bir manevi savaşın içindeyiz ve ne yazık ki çoğumuz bu savaşın farkında bile değiliz.
Şeytan, Cenab-ı Allah’ın Hz. Adem’e secde et emrini reddetti ve kinlenerek tüm insanlığa savaş açtı. Bu savaşın amacı, insanların imanlarını yok edip onları cehenneme sürüklemektir. Şeytanın, bu amaç doğrultusunda hem cinlerden hem de insanlardan oluşan orduları vardır. "
Mehmet hayranlıkla gülümsedi ve “Çok güzel anlattınız, Amca,” dedi.
Ardından gözlerini hafifçe yere indirdi, biraz düşünceli ama merakla başını kaldırarak sordu: “Yani Peygamber Efendimiz de benim gibi öksüz müydü?”
Said, çocuğun acısını paylaşan bir tonla sordu, “Baban hayatta değil mi evlat?”
Mehmet boynunu bükerek yanıt verdi, “Hayır... Kendisi taksiciydi, trafik kazasında vefat etti. Ben çok küçüktüm, hatırlamıyorum bile.
Annem beni büyüttü, sağ olsun, saçını süpürge etti. Hem anne oldu hem de baba olmaya çalıştı ama... ne de olsa bir baba gibi olmuyor işte.”
Mehmet, bir parkta babasının çocuğunu salıncakta sallayan bir adamı gördü. Çocuk sevinç içindeydi, kahkahalar atıyordu. Mehmet içini çekerek devam etti:
“Bazen bir çocuğu babasıyla görünce, elimde olmadan biraz kıskanır gibi oluyorum. Keşke ben onun yerinde olsaydım diye. Bir babanın olması nasıl bir his, merak ediyorum…”
Said, Mehmet'in üzüntüsünü hemen fark etti ve duyarlı bir şekilde konuyu değiştirdi:
"Çok üzgünüm evlat... Gel sana bir çay ısmarlayayım," dedi.
Birlikte çaylarını yudumlarken, Said merak ettiği soruyu sordu, “Şimdi bana söyle, o çocuklar neden sana sataşıyor?”
Mehmet, çekinerek cevap verdi: “Şey... Onlar...”
Said cesaretlendirici bir şekilde konuştu, “Cekinme, söyle.”
Mehmet devam etti, “Onlar benimle aynı okula gidiyorlar.”
Said merakla sordu, “İyi de neden sana sataşıyorlar?”
Mehmet bir süre durdu, sonra içini dökmeye başladı:
“Bir kere karate kulübüne gittim, kendimi savunmayı öğrenmek için. Aslında annem yolladı beni.
Birkaç gün gittim ama oradaki karate hocası beni bir dövüşe soktu. Dövüşeceğim çocuk, onlardan biriydi; adı Fatih. Beni fena hırpaladı, hocası da hiç durdurmadı, hatta gülümsüyordu. Sanki hoşuna gidiyordu... Sonra bana, 'Bu dojo'nun değerlerine uygun değilsin,' dedi. Herkes bana güldü... Fatih ve arkadaşı da güldü."
Said Aslan sessizce Mehmet’in söylediklerini dinledikten sonra şunu söyledi:
“İlk önce şunu unutma evlat sen Cenab-ı Allah’ın şerefli bir kulusun. O'nun seni yaratmasında büyük bir hikmet var. Düşünsene, bir böcek ya da bir kuş olabilirdin, ama seni insan olarak yarattı. Ancak, O’nun istediği gibi bir insan olmamız gerekiyor. Bunun için de Peygamber Efendimiz (s.a.v)’i baş tacı yapacağız, O'nun rehberliğinde yürümeliyiz.”
Said Aslan, Mehmet’in elindeki cihazı fark etti ve merakla sordu: “Bu elindeki makine nedir öyle?”
Mehmet gülümsedi. "Bu mu? Bu bir oyun makinesi," dedi.
Said Aslan anladı ama merakını sürdüremeden sordu: “Ne gibi oyunlar oynuyorsun?”
Mehmet heyecanla gülümsedi. "Bak, sana göstereyim," dedi. Oyun makinesini başlattı ve Said Aslan’a oyunu anlatmaya başladı.
Oyunun konusu, bir kişinin bir felaketten sonra hayatta kalmaya çalıştığı, sığınak inşa ettiği, yiyecek bulmaya çalıştığı ve kendini korumak için silahlar yaptığı bir hayatta kalma oyunuydu.
Said Aslan, merakla sordu: “Kaç saat oynuyorsun bunu?”
Mehmet hafifçe omuz silkerek cevap verdi, "Her gün 2 veya 3 saat oynarım."
Said Aslan başını salladı.
Mehmet, şaşkınlıkla sordu: “Neden başını salladın Amca?”
“Evladım, etrafımız artık hep cihazlarla dolu. Ben küçükken, sokaklarda saklambaç oynardık. Tahtadan arabalar yapardık, tahta kılıçlarla oyun oynardık, sanki bir savaşta gibiydik. Ama en önemlisi, senin yaşındayken kitap okumaktan başımı kaldıramazdım.
Anneme ve babama yük olmamak için erken yaşta çalışmaya başladım, ayakkabı dükkânında çalışırdım. O yaşta sorumluluk sahibiydim.”
Biraz duraklayarak devam etti, "Yanlış anlama, seni suçlamıyorum. Tüm çocuklar adına konuşuyorum. Hepinizin zihni işgal altında ama farkında değilsiniz. Sadece çocuklar değil, büyükler bile bu durumda. Bazı filmler var ya, zombiler akılsızca ve şuursuzca hareket eder, işte insanlar da bu hale geliyor. Günlük azıcık bir süre sorun olmayabilir ama saatlerce demek bir bağımlılıktır. Hele bu cihazlara bağımlılık, düşünmeyi öldürüyor. İnsanlar dünyada yaşamıyor, hayal içinde yaşıyor gibi.”
O sırada ileride yürüyen bir adama baktı. Adam, gözleri telefonda, önüne bile bakmadan yürüyordu
“Bak, şu adama bak,” dedi Said. “Hiç önüne bakmadan yürüyor.”
Birkaç adım sonra adam bir direğe çarptı. Şaşkınca direğe baktı, başını ovuşturdu ve yoluna devam etti.
Said Aslan Mehmet’e döndü, “Gördün mü evlat? Dünyanın içinde başka bir dünyanın içindeyiz. Üstelik bu, zihni hapseden bir dünya. İşgal sadece topla tüfekle olmuyor evlat, şu an tüm dünya bu işgalin altında.
Said Aslan, Mehmet'e bakarak, "Bak sana ne diyeceğim, benimle evime gel, sana bir hediye vereyim. Hem yaşadığım yeri de gösteririm," dedi.
Mehmet biraz tereddütle saatine baktı, "Bilmem, yani eve dönmem lazım, fazla zamanım yok. Annem merak eder," dedi.
"Yok yok, buralarda yakın bir yerde. Hem oradaki arkadaşlarımı da görürsün. Seni görünce çok memnun olurlar. Korkma, gel," dedi.
Mehmet tereddüt ederek kabul etti ve Said Aslan'la birlikte yaşadığı "Beyazıt Huzurevi"ne gitti. Oraya vardıklarında herkes çok sevinçliydi. Birçoğu, kendi evlatlarını görmüş gibi hasretle ona sarılıyordu.
Said Aslan "Hadi seni diğer arkadaşlarımla tanıştırayım," dedi.
Kendisini odasına götürdü ve kapıyı açarak içeriye girdi, “İşte arkadaşlarım,” dedi ve tüm kitaplarını gösterdi. Oda, baştan sona kütüphaneyle doluydu, tüm duvarlar kitap raflarıyla kaplanmıştı. Bir bölümde ise hep askerî ödüller ve rütbeler asılıydı.
Mehmet şaşkınlıkla sordu, "Bunların hepsi senin mi?"
"Tabii ki benim."
“Peki bu kitapların hepsini okudun mu?” diye sordu Mehmet merakla.
“Hemen hemen hepsini okudum, çok azı kaldı”
Mehmet’in ilgisini kütüphanedeki kırmızı kaplı kitaplar çekti. Üstünde Bediüzzaman Said Nursî yazıyordu. Şaşkın bir ifadeyle sordu, "Bu kitapları sen mi yazdın, Said Amca?"
Said Aslan güldü, "Hayır, ben yazmadım. Aynı ismi taşıyoruz, ben kimim ki bu kitapları yazayım."
Mehmet merakla devam etti, "Peki, Bediüzzaman Said Nursî kim?"
Said Aslan anlatmaya başladı: "Bediüzzaman Said Nursî hazretleri , büyük bir âlimdir evlat.
Onun ismi ‘Bediüzzaman’ olarak bilinirdi, çünkü zekâsı ve bilgisi zamanının en iyilerindendi. O, Allah’ı, İslam’ı ve insanlara doğru yolu anlatmayı hayatının amacı haline getirmiş bir alimdir.”
Mehmet biraz daha yaklaştı ve merakla sordu:
“Zor muydu onun hayatı?”
“Çok zor, evladım. O, öyle kolay bir yaşam sürmedi.
Defalarca sürgüne gönderildi, hapse atıldı, ama hiç vazgeçmedi. Kendisine işkence ettiler ve zehirlemeye çalıştılar. O kadar çok kez zehirlendi ki, tam 21 kez! Düşün, bir insan kaç kez zehirlenip hayatta kalabilir? Ama Allah ona güç verdi ve o, hep direndi.”
“Peki, niye zehirlediler onu?”
“Çünkü o, doğruyu söyledi. İnsanların imanını kuvvetlendirmek, Kur’an’ın hakikatlerini anlatmak istedi. Bazıları bu cesareti sevmiyordu ve onun sesini susturmaya çalıştı. Ama Bediüzzaman, inancını hiçbir zaman kaybetmedi. Sıkıntılar yaşadı, sürgünlerde, soğuk hapishane hücrelerinde kaldı. Ama Allah’a olan güveni hep vardı. Sabırla, tevekkülle ayakta durdu.”
Mehmet heyecanlandı:
“Nasıl sabırlı oldu o kadar zorlukta?”
“Çünkü o, gerçek sabrın ne olduğunu biliyordu. İnsanlar ona zarar vermeye çalıştı ama o, Allah’ın her şeyi bildiğine inanıyordu. Derdi ki, ‘Benim vazifem anlatmak, gerisi Allah’ın takdiri.’ Bütün zorluklara rağmen o, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedi.
Zayıf görünen bedeninde kocaman bir iman gücü vardı. O, Rabbine tevekkül etti, davasını hep anlattı. Risale-i Nur diye çok kıymetli kitaplar yazdı, o kitaplar binlerce insana doğru yolu gösterdi.”
Said Aslan gözlüğünü takmış, kitapları karıştırırken bir yandan da Mehmet'i dinliyordu. Mehmet merakla sordu:
"Peki Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ne zaman yaşadı?"
Said Aslan, sakin bir sesle yanıt verdi:
"Bediüzzaman Said Nursî kuddise sirruh, 1877 yılında Bitlis’in Nurs köyünde doğdu ve 1960 yılında vefat etti. Yaklaşık 83 yıl yaşamıştır."
Mehmet duraksayıp, "Ama yakın zamanda yaşamış. O zamanlarda neden böyle bir mücadele oldu?" diye sordu.
Said Aslan, bu soruya fazla derin bir yanıt vermek istemeyerek gözlüğünü düzeltip, "Onu da ders olarak kendin araştır," dedi.
Ardından ekledi, "Ben genellikle bu tür sorulara böyle cevap veririm çünkü bazı insanımız nedense duygularıyla hareket ediyor. Halbuki her şey ortada. Bak Japonlara; disiplinli ve akıllarıyla hareket ediyorlar. Necip Fazıl ne güzel söylemiş: 'Elin oğlu okur, atomu böler; bizimkiler okur, milleti böler.'”
Bir süre sustuktan sonra Mehmet’e döndü:
"Ama umudum siz gençlerde. Bak bir de şu kitap var, bunu oku. Bu kitap kendini geliştirmenin ve iç güvenin öneminden bahsediyor, ama öyle batılın anlattığı gibi değil. Onların iç güven dediği kendi benliğinden başka bir şey değil.
İnsan, Allah'a tevekkül ettikçe gerçek gücü bulur. Tevekkül etmek için ilk iş, insanın kendini tanımasıdır. Kendini tanıyan, Rabbini tanır."
“Osmanlı oklarının üstünde ne yazıyordu, biliyor musun evlat?” dedi Said Aslan.
“Ne yazıyordu, Said Amca?” diye sordu Mehmet merakla.
“Osmanlı oklarının üzerinde bazen ‘Atıcı biz değiliz, atan Allah’tır’ anlamına gelen 'Attığın zaman sen atmadın, Allah attı' (Enfâl Suresi, 17. ayet) yazardı.
Bu, okçuların zaferlerinin Allah’ın yardımıyla olduğunu simgelerdi.
Hatta berber makaslarında bile 'Ya Fettah' yazardı. 'Ya Fettah', Allah’ın isimlerinden biridir ve 'Kapıları açan, zorlukları çözen' anlamına gelir.
Bizler Cenab-ı Allah’ı yücelttik, O da bizi yüceltti. Şimdi ise bir şeyler başardığımızda ya da bir iş yaptığımızda kendimizi yüceltmeye çalışıyoruz”
Said Aslan, Mehmet'in elini tutarak ona baktı ve dedi:
"Şimdi bana 'Ben güçsüzüm, ben başaramam' de, sonra elini düz tut ve sık. Ben senin elini iteceğim, tamam mı?"
Mehmet, elini sıktı ve söylenen cümleleri tekrar etti. Said Aslan kolaylıkla Mehmet’in elini itti.
"Şimdi şu cümleleri söyle: 'Ben güçlüyüm, ben her şeyi başarırım' de ve elini düz tutarak sık."
Mehmet cümleleri tekrarladı ve bu sefer biraz daha güçlüydü, ama yine de Said Aslan onun elini kolayca indirdi.
Said Aslan gözlerinde derin bir inançla Mehmet'e döndü: "Şimdi şu cümleleri söyle. Önce Besmele çek, ardından 'La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim' ('Güç ve kuvvet, yüce ve azamet sahibi Allah'tan başka kimseden gelmez') de ve elini sıkıca tut. Ama kalbinle inan, Allah’a tevekkül et. Gözlerini kapat ve sadece Allah’a güven!"
Mehmet gözlerini kapattı, tüm kalbiyle inandı ve ellerini sımsıkı tuttu. Bu sefer, ne kadar Said Aslan itmeye çalışsa da, Mehmet'in eli yerinden oynamadı. Eli artık dimdik duruyordu.
İşte bu evlat, ilkinde hiçbir şeye inanmıyordun.
İkincisinde ise sadece bir fener böceği gibi kendi ışığın kadar inanıp görebiliyordun.
Ama sonunda tam bir tevekkülle Rabbine dayandın ve gerçek gücünü buldun.
Sana Risale-i Nur'dan bir cümle söyleyeyim. “Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir.”
Mehmet “ben pek birsey anlamadim der, bazi kelimleri anlamadim”
“Yani, İman, insanı öylesine güçlü kılar ki, hakiki imanı elde eden kişi, karşısına çıkan tüm zorluklara ve olaylara meydan okuyabilir. İmanının kuvvetiyle, dünyanın baskılarına ve sıkıntılarına boyun eğmez, daima güçlü kalır.” dedi Said Aslan
"Gerçekten çok güzel," dedi Mehmet. Sonra saatine bakıp, "Benim gitmem lazım, Said Amca. Eve geç kaldım, dönmeliyim," diye ekledi.
"Dur bir dakika, söylediğin karate yeri nerede?" diye sordu Said Aslan.
Mehmet yeri tarif etti ve yarın orada buluşmalarını önerdi. Mehmet gitmek istemese de Said Aslan ısrar etti. Hatta, üniformasını giymesini istedi.
Ertesi gün, Said Aslan ve Mehmet dojo’da buluştular. Mehmet içeriye girmek istemiyordu, çekiniyordu ama Said Aslan ısrar etti. İçeriye girdiklerinde herkes Mehmet’e bakıyordu. Kendisine sataşan iki çocuk da oradaydı.
Karate hocası, kibirli bir yüz ifadesiyle Mehmet'e baktı. Dudakları hafif yukarı kıvrılmış, gözlerinde küçümseyici bir bakış vardı.
Said Aslan karate hocasına doğru yürüdü ve yaklaştı:
“Mehmet’i buraya salonunuza getirdim. O da derslere katılabilir mi?”
Karate hocası soğukkanlı bir tavırla, "Mehmet maalesef bizim değerlerimize uymuyor," dedi.
Said Aslan şaşkınlıkla, “Ne demek o?” diye sordu.
Karate hocası, kendinden emin bir şekilde, “Bak Amca, bizim değerlerimiz şunlar: Bizde merhamet yoktur, ilk saldıran biz oluruz. İkinciye yer yok, daima birinci olacaksın ve daima güçlü olan kazanır. Senin oğlanda bu değerler yok.”
Said Aslan “Bak, doğru söylüyorsun. Benim oğlanda bu saydıkların yok. Aslında bence yanlış yere gelmiş.” dedi
Karate hocası hafif sinirlenerek, “Amca, yaşına hürmet ediyorum, bir şey demiyorum,” dedi.
Said Aslan, gözlerini hocanın gözlerine dikerek, “Dersen ne olacak?” dedi, sakin ama tehditkâr bir şekilde.
Karate hocası gülmeye başladı, "Amca, bence sen de, çocuğun da bastonunla yürümeye başla," dedi alaycı bir şekilde.
Mehmet Aslan ileri atıldı, "Şu karate hareketlerinden bana biraz göstersene bakalım, bana karşı bir etkisi olacak mı?
Bu sözler dojo'da yankılandığında, herkes kahkahalara boğuldu. Hoca en çok gülenlerden biriydi. Ancak Said Aslan, sakin bir şekilde yerinde duruyordu.
"Ne oldu, korktun mu?" dedi
"Peki, Amca. Sen istedin, ama yavaş yavaş başlayalım," dedi ve dövüş pozisyonuna geçti.
Hoca, ilk hamleyi yaparak Said Aslan’a yumruk atmaya çalıştı. Said Aslan, ustalıkla yana çekildi ve bastonuyla hocanın omuzundaki basınç noktasına hafif bir darbe vurdu. Hoca şaşırarak bir adım geri çekildi, çünkü darbe kolunu etkisiz hale getirmişti. İkinci hamlesini yapmak için diğer koluyla saldırmaya çalıştı, fakat Said Aslan bu kez diğer omuzundaki basınç noktasına hafif bir darbe vurdu. Hoca, ikinci kolunu da kullanamaz hale geldi.
Hoca bir anda dizlerinin üstüne çöktü ve yere yığıldı. Artık etkisiz hale gelmişti, salon ise derin bir sessizliğe bürünmüştü.
Herkes, şaşkınlıkla bu yaşlı adamın gücünü ve ustalığını izliyordu.
“Kollarımı oynatamıyorum, ne oldu bana?” dedi karate hocası şaşkınlıkla.
Said Aslan sakince cevap verdi, “Merak etme, birazdan düzelir. Ama bu rezillik sana bir ömür boyu ders olur.
Eski bir komutan olarak sana bir tavsiyem var: 'Rakibini asla küçümseme!'"
Ardından Mehmet’le birlikte salonu terk etti.
Arkalarında Mehmet’e sataşan iki çocuk koşarak onlara yetişmeye çalıştı.
"Dur Amca, dur!" diye bağırıyorlardı.
Mehmet Aslan çocukları tanıdı, sert bir sesle sordu, "Ne var, ne istiyorsunuz?"
Çocuklardan biri heyecanla, "Bana da öğretir misin Amca? Onu nasıl yaptın?" dedi.
"Neden öğrenmek istiyorsun? Başkalarına sataşmak için mi? Kendi egonu şişirmek için mi? Yoksa içindeki korkuları ya da yaşadığın travmaları bastırmak için mi?" diye sordu.
Çocuklar sessiz kaldılar.
Said Aslan bir an durdu ve düşündü. Belki bu, Mehmet için bir fırsat olabilirdi. Belki bu çocuklarla aralarında bir köprü kurup dost olabilirdi. Denemekte fayda vardı.
“Bir şartla öğretirim,” dedi. Çocuklar sevinçle gözlerine baktılar.
"İlk olarak Mehmet’ten özür dileyeceksiniz. O affederse ve isterse, o zaman diğer şartlarımı söyleyeceğim," dedi.
Çocuklar hemen Mehmet'e döndüler ve mahcup bir şekilde, "Mehmet, çok özür dileriz. Bizi affet," dediler.
Mehmet, onların samimiyetini gördü ve dayanamadı. Merhametle, "Özrünüzü kabul ediyorum," dedi.
Said Aslan devam etti “İkinci olarak benden sohbet dinleyeceksiniz. Sonra fen bilgisi ve fiziksel eğitim. Bunları başarırsanız size birkaç hareket öğretebilirim.”
Çocuklar, samimi bir şekilde düşündüler ve kabul ettiler: “Tamam, peki,” dediler.
"Şimdi bir de bana isimlerinizi söyleyin," dedi.
Çocuklardan biri, "Benim adım Fatih," dedi. Diğeri de ekledi, "Benimki de Murat."
Sohbetler başlamıştı. Said Aslan, odasında çocuklara çay ikram ediyor ve onlarla manevi sohbetler yapıyordu.
Huzurevinin yanındaki geniş bahçede ise antrenman yapıyorlardı. Aradan birkaç ay geçmişti ve Mehmet, Fatih, Murat arasında sıkı bir dostluk oluşmuştu. Artık dövüş hareketlerini bile sormaz olmuşlardı, çünkü sohbetlerden aldıkları manevi lezzet onları daha çok tatmin ediyordu. Manevi anlamda iyileşmeye başlamışlardı. Her birinin çeşitli olumsuz huyları sohbetin ve kitapların manevi ilaçlarıyla yavaş yavaş düzelmeye başlıyordu.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hadisiyle ifade edildiği gibi: "Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır, o düzgün olduğunda bütün beden düzgün olur, o bozulduğunda ise bütün beden bozulur. Dikkat edin! O, kalptir." Bu kalp, manevi kalpti ve tüm kötü huyların merkeziydi.
Şeytanın istediği de kalbin karanlık bir hale gelmesi ve vesveselere açık olmasıdır. Kalp, Cenab-ı Allah'ın nuru ile temizlenmedikçe ve içindeki kötülükler atılmadıkça, insanlar olumsuz davranışlar sergilemeye devam eder. Herkesin kendine göre farklı olumsuz alışkanlıkları ve davranışları olabilir.
Gün geçtikçe Said Aslan, çocuklara daha ciddi ve sert bir şekilde davranmaya başlamıştı. Artık onlara sadece dövüş teknikleri değil, hayatta kalma becerilerini de öğretiyordu. Çocuklar bir gün neden hayatta kalma becerileri öğrendiklerini sorduklarında, Said Aslan onlara şu cevabı verdi:
"Allah muhafaza, eğer bir gün sefalet içinde kalırsanız, mesela elektriksiz bir an yaşarsanız ya da elektrikler tamamen kesilirse, sular akmazsa, hatta binalar yıkılırsa bir felaketin ortasında ne yapacaksınız?
Hükümet size yardım edemezse, hayatta kalmayı başarabilecek misiniz?
Tarih bize gösteriyor ki, zor zamanlarda bazı yerlerde insanlar tuvalet kâğıdı için bile paniğe kapıldılar. Ben istiyorum ki sizler hayatta kalabilecek bilgi ve beceriye sahip olun."
Bu sözlerle Said Aslan, çocuklara sadece fiziksel güç değil, aynı zamanda zihinsel dayanıklılık ve kendi başlarına ayakta durma becerisi kazandırmayı hedeflediğini vurguluyordu.
Said Aslan ciddi bir bakışla etrafını süzerken, onları hayranlıkla izleyen bir çocuğu fark etti.
Bir gün durdu, çocuğa dönüp elini uzattı, "Gel evladım," dedi.
Çocuk heyecanla koşarak yanına geldi. "Senin ismin ne?" diye sordu Said Aslan. Çocuk gülümseyerek, "Yavuz hocam," dedi.
Said Aslan hafifçe gülümsedi, "Güzel ismin varmış, Yavuz. Seni burada çok görüyorum. Ne yapıyorsun burada?" diye sordu.
Yavuz, "Ben su satıyorum, komutanım," diye cevap verdi. Said Aslan bu cevaba gülümseyerek, "Peki, sen de bize katılmak ister misin?" diye sordu.
Yavuz heyecanla, "Evet komutanım, isterim," dedi ve askeri selam verdi. Bu masum hareket Said Aslan’ı güldürdü ve hafif bir kahkaha atarak, "Tamam evlat," dedi. Böylece Yavuz da onların arasına katıldı.
Eğitimler ve sohbetler gün geçtikçe yoğunlaşıyordu. Bir gün Fatih, antrenman sırasında zorlandığını hissetti ve dayanamayıp Said Aslan’a sordu:
"Said Amca, bize sürekli bu eserleri okumamızı ve başkalarına da anlatmamızı söylüyorsunuz. Bir de çok ağır şartlarda antrenman yapıyoruz. Neden?"
"Evlatlarım, size hiç Kanuni Sultan Süleyman’ın nemelazım hikayesini anlattım mı?" dedi. Çocuklar merakla "Hayır," diye cevap verdiler.
Said Aslan anlatmaya başladı:
"Kanuni Sultan Süleyman bir gün süt kardeşi Yahya Efendi’ye bir mektup yazar. Endişesi büyüktür: 'Osmanlı Devleti bir gün çöker mi? Ne olur bu devletin akıbeti?' diye sorar.
Mektubuna gelen cevap ise çok kısadır: 'Nemelazım be Sultanım!'
Kanuni bu cevabı anlamaz ve hemen atına atlayıp Yahya Efendi’nin dergahına gider. 'Ağabey, sorumu ciddiye almadın mı?' diye sitem eder.
Yahya Efendi o ibretlik cevabı verir: 'Sultanım, bir devlette zulüm yayılır, haksızlıklar artar, insanlar da ‘nemelazım’ derse, işte o zaman o devletin sonu gelir.'
Kanuni gözyaşları içinde bu nasihati kabul eder ve hemen tedbirler alır."
Said Aslan hikayeyi bitirdikten sonra çocuklara ciddi bir ifadeyle bakarak ekledi:
"İşte bu yüzden, sizler de zulüm ve adaletsizliğe karşı uyanık olmalı, kendinizi ilmen, hem zihnen hem de bedenen güçlü yetiştirmelisiniz.
Hepimiz 'nemelazım' dersek halimiz ne olur o zaman?
Bugün Filistin'de veya diğer ülkelerde Müslüman kardeşlerimiz zulüm altındaysa, bu bizim sorumluluğumuzdur. Kendi hatamız olarak kabul edeceğiz, çünkü hepimiz bir bedeniz. Bir ümmetiz. Milliyetçilikten daha ziyade ümmetçilik zihniyeti oluşturmamız lazım."
Çocuklardan biri merakla sordu:
"Ama bu dünyada peki hiç kariyerimiz, işimiz olmayacak mı?"
"Hayır, tabii ki olacak. Sizler bütün yeteneklerinizi Allah adına kullanacaksınız. Doktor olacaksanız, en iyi doktor olacaksınız.
Mühendis olacaksanız, en iyi mühendis olacaksınız.
Ticaretle uğraşacaksanız, en iyi tüccar olacaksınız.
Araba tamircisi olacaksanız, en iyi tamirci olacaksınız, ama bu dünyalık toplamak için değil evlatlarım.
Karşınızdaki düşmanlar el birliğiyle hareket ediyorlar ve her işin zirvesindeler, ilmin zirvesindeler. Bizler de artık zirvelere çıkmalıyız. Birlik ve beraberlik içinde olmalıyız. Mesela bir insan programcılık yapıyorsa, diğer yandan İslam adına insanların faydalanacağı programlar yapmalı. Örneğin, insanları internetteki kötülüklerden koruyacak bir program olabilir. Bu sadece bir misal. Daha milyonlarca misal verebiliriz, herkes taşın altına elini koymalı."
Said Aslan bunları anlatırken aniden elini kalbine koydu. Çocuklar hemen endişeyle ona doğru yanaştılar: "Said Amca, iyi misin?" diye sordular.
Said Aslan derin bir nefes alıp gülümseyerek, "İyiyim evlatlarım, iyiyim," dedi. "Bugünlük bu kadar yeter," diyerek konuşmasını sonlandırdı.
Çocuklar ertesi gün her zamanki gibi antrenman alanında toplanmış, Said Aslan'ı bekliyorlardı. Oysa ki, Said Aslan her zaman ilk gelen olurdu.
"Neden bu kadar geç kaldı?" diye sordu Murat endişeyle.
"Bilmem," dedi Mehmet, "Gidip bakalım, bir şey mi oldu acaba?"
Huzurevine vardıklarında, onları tanıyan bir kadın üzgün bir ifadeyle yanlarına yaklaştı.
"Çocuklar, çok üzgünüm, Said Amcanız dün akşam vefat etti," dedi. Hepsi birbirine bakıp gözleri doldu, inanamadılar. Kadın, "Sizlere günlüğünü bıraktı," diyerek günlüğü Mehmet'e verdi.
Sessizce antrenman alanına geri döndüler ve hepsi oturup gözyaşlarını tutamadan ağlamaya başladı.
Mehmet, günlüğü incelemeye başladı. Son sayfasında "Evlatlarıma" başlığıyla yazılmış bir bölüm dikkatini çekti.
Mehmet, gözyaşlarına rağmen günlüğü sesli bir şekilde okumaya başladı:
"Evlatlarım, öncelikle sizlere büyük bir teşekkür borçluyum. Son günlerimde bir gazi olarak bana yaşattığınız bu güzel anılar için minnettarım. Bir süredir kendimi iyi hissetmiyordum, bu yüzden sizinle daha sıkı çalıştım. Sizleri Hakk'a kavuşmadan önce iyi bir eğitimden geçirmeyi istedim.
Şimdi evlatlarım, size defalarca anlattığım Deccal konusunu bir kez daha hatırlatmak isterim. Birçok sahte Deccal gelecektir, ancak büyük Deccal büyük fitne olarak ortaya çıkacaktır. Kendisi sahte mucizeler göstererek önce peygamber, ardından ilah olduğunu iddia edecektir. İmanları zayıf olan birçok insan, onun bu yalanlarına kanarak ona inanacak ve peşinden gidecektir. Ancak Deccal’in sonu, Allah’ın izniyle gelecektir ve o, büyük bir yenilgiye uğrayacaktır."
Risale-i Nur’a sıkı sıkıya sarılın. Bu, başka ilimleri okumayın demek değildir, ama zamanımız sınırlı. Fitne karanlığı etrafımızı sarmış durumda. Bizler Deccal’i beklerken, Deccal'in sistemi çoktan etrafımızı kuşatmış ve biz bunun farkında bile değiliz. Bazı özellikleri ve mucizeleri şu an aktif olarak işliyor gibi.
Asıl tehlike, bu sistem ve son yüzyılda gittikçe büyüyor. Deccal'da bu sistemi yöneten kişi, zaten karşı taraf onu bekliyor. Birçok filmde artık gelişini mesaj olarak gösteriyorlar. Onun gelmesi için bazı şartların yerine getirilmesi gerekiyor.
İşte Risale-i Nurlar bir sistemdir, bir düzendir. Bu zamanın iman ışıklarını söndürmeye çalışan bu hain sisteme karşı bir iman ateşidir.
Bu hakikatleri damarlarınıza geçirin, tıpkı bir panzehir gibi. Bu zamanın fitne zehirine karşı en iyi panzehir bu hakikatlerdir. Zaten bir fitneye karşı mücadele için yazılmıştır bu eserler.
Şu an zihninize karşı bir savaş açıldı. Ürettikleri teknoloji üzerinden birçok fitne çıkarıyorlar, ama çok azı insanın hayrına kullanılıyor.
Yaptıkları her şeyi filmlerde insanlara sadece bir hikaye gibi gösterip yutturuyorlar. Aslında, yapmak istediklerini kendi inançlarına göre anlatmaları lazım, ama bunu gizlice, çakalca yapıyorlar.
Ayrıca son zamanlarda fark ettiyseniz, çok garip olaylar oluyor, insanlar kontrolden çıkıyor. Gözle görünmeyen birçok frekans etrafımızı sarmış durumda. Yediklerimizle bile bize savaş açtılar; birçok ürün GDO'lu bir şekilde bize sunuluyor.
Kağıt para piyasadan kalkmak üzere ve her şey dijitalleşiyor. Bunun sebebi, tek bir sistem kurarak insanları tamamen kontrol altına almak. Ekonomik savaşı da başlatarak, kendi sinsi planlarını yavaşça devreye geçiriyorlar.
Sadece ümmet değil, tüm insanlığa karşı bir savaş açılmış durumda. Tüm amaçları, dinleri ortadan kaldırıp tek bir dünya dini oluşturmak, yani Deccalizm dinini getirmek. Şu an İslam’a büyük bir saldırı yapıyorlar.
Medya, onların en tehlikeli silahlarından biridir. Bir devleti işgal etmeden önce, o devletin haysiyetini ve şerefini beş paralık ediyorlar. İtibar kalmıyor, tüm dünyaya nefret ettiriyorlar. İçeriden bölücülük yapıyorlar, çünkü bölünmüş bir devlette kaos çıkarmak çok daha kolay. Kimse tam anlamıyla güvende olamaz, sürekli bir tehdit havası yaratılır.
Gelecekte büyük biyoteknoloji savaşları belkide olacak; salgın hastalıklar ve bakteriler kullanılarak insanlara zarar verecekler.
Ayrıca çeşitli frekanslar kullanarak insanların psikolojilerini bozma ihtimali var. Birçok filmde ve müzikte subliminal mesajlar var, bilinçaltında beyniniz bunları algılıyor. Hatta bu iş sihir ve büyüye kadar gidiyor. Bu yüzden çok kısa bir zamanda ahlaklar bozuldu cinayetler arttı; 20 sene önce kabul edilmeyen şeyler şimdi normal hale geldi.
Herkes Hz. Mehdî’yi bekliyor, oysa insanlara şu gerçeği anlatmalıyız: Her baba, kendi evinin Mehdî’sidir ve böyle bir fitne zamanında ailesini muhafaza etmeli, evini kıbleye doğru çevirmelidir.
Hiçbir zaman unutmamalıyız ki, hayır da şer de Allah’ın elindedir. Bizlere düşen görev, önce kendimizi düzeltmek ve düşen kardeşimizin elinden tutarak bu fitne savaşına karşı imanla mücadele etmek.
Kendimizi düzeltelim ve hazırlıklı bir şekilde, ondan sonra Hz. Mehdî'nin karşısında hazır bir vaziyette oluruz.
Unutmayın, karşınızda çok sinsi ve gizlenmiş bir düşman var. Bu düşmanların kolları tüm dünyaya yayılmış durumda; küçük bir organizasyon, birçok satılmış insanı farklı sektörlerde yönetiyor. Askerî, eğitim, tıp, ticaret ve daha birçok alana nüfuz etmiş durumdalar.
Bizler sadece kendi geleceğimizi düşünerek birkaç senelik planlar yaparken, onlar kendi inançları ve sistemleri için 50 yıllık projeler yapıyorlar. Ellerinde ne tür teknolojiler olduğunu bilmiyoruz; bize sadece istediklerini gösteriyorlar.
Bizim görevimiz ise kalbimizi düzeltmek, iman nuruyla mesleklerimize sarılmak ve faydalı insanlar olarak, bir cemaat gibi hareket edip kendi sistemimizi kurmak.
Gelecek nesil için tohumlar ekip Mimar Sinanlar, Barbaros Hayrettin Paşalar, İmam Gazaliler, El-Harezmi'ler, El-Cezeri'ler ve Fatih Sultan Mehmetler yetiştirmeliyiz.
Hepimiz biriz, bayrak yarışı sporu gibi birimiz koşup öbür nesile bayrağı vermeliyiz. Sırat-ı müstakim çizgisinde koşacağız ve varacağımız hedef ise "Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah" olacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur’da İslam dünyasının karşılaştığı üç büyük düşmandan bahseder.
Cehalet: Cehalet, toplumun en büyük düşmanlarından biridir ve ancak ilimle yok edilebilir. İlim ve eğitim olmadan bir milletin gelişmesi mümkün değildir.
Zaruret (fakirlik): İkinci düşman, ekonomik sıkıntılar ve fakirliktir. Bu sorun ancak sanayi, teknoloji, ticaret ve ekonomik kalkınma ile aşılabilir. İnsanların refah içinde yaşaması için ekonomik gelişmeye önem verilmelidir.
İhtilaf (anlaşmazlık, bölünme): Üçüncü düşman ise ihtilaf ve bölünmedir. Müslümanlar arasındaki ihtilaflar, birlik ve beraberlik içinde meşveret ve diyalog ile çözülebilir. İttifak ve dayanışma, toplumun güçlenmesi için vazgeçilmezdir.
Said Aslan, yazısının sonunda şunları ekledi:
"Yazıma burada son veriyorum. Diğer günlüklerimi de dikkatlice okuyun, onların içinde birçok yaşadığım sırları bulacaksınız. Mesela bir casusla yaşadığım an gibi. Bütün kitaplarımı sizlere vasiyet ediyorum.
Allah’a emanet olun. Sizleri çok seven,
Said Aslan Amcanız."
Said Aslan’ın cenaze namazı büyük bir kalabalıkla kılındı. Tüm generaller ve polisler, onu tanıyan genç, orta yaşlı ve yaşlı birçok insan cenaze namazına katıldı. Mehmet ve arkadaşları da oradaydı.
Her zamanki gibi, Said Amcaları yanlarındaymış gibi yollarına devam ettiler.
İman hakikatlerini anlatmaya ve yaymaya başladılar, gün geçtikçe daha da büyüdüler.
Sohbetleri ilerledikçe, internet üzerinden yayın yapmaya başladılar. Onların bu azimli ve hayırlı çalışmalarını gören ünlü iş adamlarından Süleyman Şahin ve onun gibi hayırsever kişiler, onlara destek oldular.
Her birinin gelecekte büyük görevleri vardı. Said Aslan, karanlık şimşekli fitne bulutlarını görerek onları bu gelecekteki zamana hazırlamıştı…