Gece karanlığında büyük bir kurumuş ağacın gövdesinde, Remzi ve Mert saklanıyordu. Mafya, tehlikeli bir şekilde onları arıyordu.. Tehlike her an daha da yaklaşıyordu. Ölüm tehlikesi vardı.
Evet, ölüm, Remzinin sıkça duyduğu, hissettiği ve düşündüğü bir durum olmuştu. Eskiden hiç ölümü düşünmeyen biri olan Remzinin hayatı yaklaşık beş buçuk ay önce değişti. O gün, tüm hayatı alt üst oldu.
Ağrıları nedeniyle kardeşi Cengize muayene olmaya gitti. Tüm sorunlarını anlattıktan sonra belirli kan testleri yapıldı. Sonuçları sabırsızlıkla bekliyordu. Cengiz onu odaya çağırdı:
“Ne oldu Cengiz, burada beklemekten ağaç olduk lan,” dedi.
Cengiz sonuçlara üzgün bir şekilde bakıyordu. "Abi," dedi derin bir nefes alarak, "Sonuçlar kötü.”
Cengiz'in üzgün bakışlarını gören Remzi, panik yapmaya başladı ama sakin kalmaya çalıştı, sonuçların ciddiyetini anladı.
“Sorun ne?” dedi Remzi
Cengiz, ne söyleyeceğini bilemiyordu; gözlüğünü çıkarıp gözlerindeki yaşları sildi. Sonra Remzi sabırsızlanmaya başladı:
“Oğlum, birazdan burada kalp krizinden gideceğim, sonra oturup ona oturup yas tutarsın! Söyle de anlayalım durumu, nedir bu işin aslı?”
“Abi, pankreas kanseri oldun.”
“Ne?” dedi Cengiz, şok içinde. Sonra derin bir nefes aldı: “Tamam, tedaviye geçelim.”
“Abi, birkaç ayın kalmış. Tedavi olamaz artık, son aşamadasın.”
Remzi ne diyeceğini bilmiyordu. Hani bir kabus görürsün ya, uyanır ve uyandığına sevinirsin. İşte o da bu durumdaydı; bunun bir kabus olduğunu umuyordu.
Remzi, deniz kenarındaki bir bankta oturmuş, üzgün bir şekilde denizi seyrediyor ve elindeki sonuçlara bakıyordu.
"Olamaz," diyordu kendine, "nasıl olur?"
Gelecekteki tüm hedeflerini düşünüyordu. Daha 60 yaşında dünya turuna çıkacaktı. Bakkallıkla başladığı dükkanda toptancılığı geliştirmiş, işlerini büyütmüştü, dahası da olacaktı. Kim bilir, belki de bir şirkete dönüşecekti. Yazlık alacak, son model arabalarla gezecek, havuzlu ve dubleks bir evde yaşayacaktı.
Ama şimdi tüm bunlar hayalden öteye geçemeyecek gibiydi. Ha tahtın üstünde olmuşsun, ha yerde; artık ne fark eder ki?
Gideceğin yer birkaç metre derinliğinde bir çukur değil mi?
Altı aya yakın bir müddet vardı. İnsan yaklaşık 70-80 yıl yaşıyor ama yine de hep yaşayacakmış gibi geliyor. Ancak, bu şekilde insan kendini alarmı kurulmuş bir saat gibi hissediyor.
Nereden başlayacağını bilmiyordu. Meyhaneye gidip kendini içkiye vererek kafasını mı uyuştursaydı?
Herkes böyle yaparak bir şekilde gerçeklerden kaçmıyor muydu? Peki, uyandıktan sonra ne olacak? Gaflet de bir içkiydi. Unutturmak değil mi? Peki neyi unutturuyordu? Allah'ı (cc) unutturuyordu. Ìçkili bir insana nasihat tesir etmediği gibi, gaflet içkisi de insanı hikmetlerden, mucizelerden, öğütlerden, ayetlerden ve sözlerden uzak tutar.
Remzi, Sultan Ahmet Camii'nin etrafını dolaşıyordu. Tam caminin önünde birkaç kişi toplanmış bir adamı dinliyordu. Adam, uzun boylu, zayıf yapılı ve orta yaşlı bir adamdı. Siyah saçları hafif dağınık, yüzünde yorgun ama kararlı bir ifade vardı. Giydiği gri süveter ve beyaz gömlek, sade ama temizdi. Sol elini hafifçe yukarı kaldırmış, konuştuğu kişilere bir şeyleri açıklıyordu ve herkes onu dikkatle dinliyordu.
Remzi dikkatle dinledi, uzun boylu ve zayıf yapılı adamın söylediklerini herkes gibi merakla takip ediyordu.
"Kul hakkından sakının, gitmeyin ve tövbenizi geciktirmeyin" derken bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz'in (asm) şöyle buyurduğunu hatırlattı:
"Bir kimse kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, iltimas olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (kıyamet) önce helâlleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa, hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir."
Herkesin kalbine dokunan bu nasihatler, derin bir etkide bulunuyordu.
Remzi birden umutsuzluğa düştü, “Ben bittim” dedi. Hayatı boyunca hep işinde sahtekarlık yapmıştı. Tartıda hile yaparak müşterilere eksik mal verdi, son kullanma tarihi geçmiş ürünleri taze gibi gösterip sattı, fiyat etiketlerinde oynama yaparak müşterilerden fazla para aldı, gerçek olmayan indirimler yaparak müşterileri kandırdı. Sipariş edilen ürünleri eksik gönderip tam fiyat aldı, orijinal gibi gösterdiği sahte ürünleri sattı. Buna benzer daha nice dolandırıcılık yaptı.
Remzi, işlediği bu haksızlıkların ağırlığı altında eziliyordu ve ne yapacağını bilemiyordu.
Derken uzun boylu ve zayıf yapılı adam gine devam edip bir ayet okudu
“(Tarafımdan onlara) de ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü o, çok esirgeyen, çok bağışlayandır."
Bu sefer Remzi'ye ufak da olsa bir umut güneşi doğmuştu.
İki yol vardı: ya 6 ayı bir şekilde geçirecek ya da hatalarını düzelterek tövbe edip Allah'a sığınacaktı. İkincisi, ebedi bir hayata devam anlamına geliyordu. Çünkü bu dünya bir rahimdi ve bizi ebedi bir hayata doğuracaktı. İlk önce tüm kul haklarından kurtulması lazımdı çünkü bu tür haklar kul arasında olan haklardı ve Cenab-ı Allah mutlaka o kişinin hakkını öbür dünyada ödettirecekti. Orada fatura çok ağır olacaktı. Hele böyle imanımızı kurtarma peşindeyken, kim bilir kaç sevapla oraya gidecektik. Hem imanlı ölmek bir meseleydi, bir de onu geçersek kul hakkının ağırlığı vardı ve bu ağırlık bizi cehennem ateşine çekebilirdi.
Eve üzgün döndü ve hanımına, çocuklarına olayı anlattı. Anlatır anlatmaz hanımı gözyaşlarına boğuldu. Evde derin bir sessizlik hâkim oldu; hüzünle birbirlerine bakarak duygusal anlar yaşadılar. Gözlerinde acının izleri vardı. Remzi'nin annesi de onlarla birlikte yaşıyordu. Alzheimer hastalığına yakalanmıştı, bu yüzden olan bitenden pek haberi yoktu.
Bilinçsiz bir şekilde koltuğun üstünde oturmuş, tespih çekiyordu. Sanki başka bir dünyadaydı. Annesine çok ihtiyacı vardı, çünkü hikayenin başlangıcında o da vardı. Yanına oturdu ve salonda, karanlık içinde yalnız başına düşündü.
Annesi tespih çekerken, Remzi geçmişe daldı. Ne zaman bu hale geldiğini merak etti. Hep böyle miydi? Hayır, değildi. İlk yaptığı hırsızlığı hatırladı. Arkadaşı Cem ile birlikte aşağı semtteki bir telefon satış dükkânına girip tüm telefonları çaldıkları gün aklındaydı. Her şey öyle başlamıştı.
Her şey "Sadece bir kere," diye başlamıştı. Ancak her günah, bir halka gibi, yavaş yavaş zincirler oluşturur. Zaten her şey böyle başlamaz mı? Şeytanın en büyük tuzağı ve hilesi genellikle şu sözlerle başlar: "Ne olacak bir kereden?"
Remzi Annesine bakıp konuşmaya başladı:
"Anne, nereden başlayacağımı bilmiyorum. Sanki önümde hep aynalar vardı, bana geleceğimi ve hedeflerimi yansıtan aynalar. Ama hepsi paramparça oldu. İşin en kötü tarafı ne biliyor musun, anne? Hedeflerime ulaşmak için dolandırıcılık yaptım, yalan söyledim, kul hakkı yedim. Şimdi bunun altından nasıl kalkacağımı düşünüyorum. Kendime sürekli 'Neden?' diye soruyorum ve aklıma tek bir şey geliyor: kardeşim. Hayatım boyunca hep onunla yarıştım, onu hep kıskandım. Ondan daha başarılı olmak istedim, onu hep bir rekabet unsuru olarak gördüm ama nedenini anlamıyorum. Yaptığım haksızlıkları bir şekilde telafi etmem, helalleşmem lazım. Zamanım çok az. İnsan bir şeyi kaybedince değerini anlıyor, neden böyle anne? İnsan sağlığını kaybedince kıymetini anlıyor, sevdiğini kaybedince değerini anlıyor. Ben ise ömrümün kıymetini anlamadım, ama şimdi, biraz geç de olsa, anladım."
Sonra biraz düşündü ve devam etti:
“Anne, Ağustos böceğinin hikayesini hiç duydun mu? Ağustos böceği, tüm yaz boyunca şarkı söyler, eğlenir, kışın geleceğini hiç düşünmez. Oysa karınca bütün yaz çalışır, yiyecek toplar. Kış geldiğinde, ağustos böceği aç kalır ve karıncadan yardım ister. Anne, ben de tıpkı o ağustos böceği gibi, geleceği düşünmeden yaşadım.”
Annesi tespih çekmeyi durdurdu ve Remzi'nin yüzüne baktı.
"Sen doğduğunda, babanın dünyası değişmişti. Seni ilk kucağına aldığı gün, artık tam bir olgun insandı, evin gerçek erkeği olmuştu. Her şey çok güzeldi. Sonra kardeşin dünyaya geldi ve baban ona daha fazla vakit ayırmaya başladı. Cengiz küçük yaşta hastalandı ve tüm merhameti ile sevgisi ona yöneldi. İyileştikten sonra bile bu durum devam etti. Her anne ve baba hata yapar ve bazen bu hatalar gelecekte büyük sonuçlar doğurabilir.
Babanın yaptığı hata, beklentileriydi. Birçok anne ve babanın yaptığı genel bir hata da, çocuklarını okumak yerine onları kendi istedikleri gibi yazmaya çalışmaktır. Her çocuk bir tohum gibidir. Bizim görevimiz, bu tohumları İslam ile sulamak ve ne verdiklerini anlamaktır. Her biri farklı şekilde muamele ister. Eğer nar yerine elma istersek, fazla su vererek ağacı öldürebiliriz. Senin durumun da böyle, oğlum.
Küçükken daima bakkal dükkanı kurar veya bir iş adamı olurdun. O zamanlardan belli ediyordun ne olmak istediğini. Fakat baban daima doktor olmanı istiyordu. Sen olmadın, Cengiz oldu. O daima doktor olmak isterdi. Hatta bazen beraber oynardınız, sen onun dükkanına malzemeler satardın. İşte babanın Cengiz'e daha düşkün olması içinde bir kıskançlık doğurdu. Küçük yaşta ona karşı hırslanmağa başladın. Buna baban da sebep oldu; teraziyi doğru ayarlayamadı. Bir babanın önemli görevlerinden biri, terazisini doğru tartmasıdır. Baban bunu yapamadığı için sen de iş hayatında teraziyi adaletli bir şekilde kullanamadın, hırs ve kıskançlık duyguları daha ağır bastı.
En azından şimdi anladın oğlum. İnsan kusurunu itiraf etti mi artık iyileşme vakti gelir. Hem hırsın hem de kıskançlığın ilacı, nefsi terbiye etmek ve kalbi arındırmaktır”
Remzi'nin şaşkınlıkla gözleri doldu, annesinin dizlerine çöktü ve elini öptü.
"Anneciğim, seni çok özledim," dedi, gözyaşları içinde.
Annesi, oğlunun başını okşayarak, "Ben de seni çok özledim, yavrum,"
diye fısıldadı ve sözlerine devam etti:
“Hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.’ Sen de ölmeden önce uyandın ve hakikatleri gördün, oğlum. Bu hayatta en çok sevindiğim ve sevdiğim şey, Allah-u Teala'nın bana ihsan ve ikram ettiği iman nimetidir.
En çok korktuğum şey ise onun benden gitmesidir. Bunun için daima emek verip Allah'ın rızasını kazanmamız lazım. İlk önce O'nu tanımalı, O'nu anlamalı ve dinimizi iyi öğrenmeliyiz. Hz. Ömer'in çok güzel bir sözü var: 'Dininizi iyi öğrenin, yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz.'
İman yolunda ilerlerken şu beş şeyi unutmamalısın: sabır, şükür, tövbe, tevekkül, dua ve ibadet.
Bir Hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘Erteleyenler helak oldu’ sakın tövbeni ve sana düşen vazifeleri daha fazla erteleme, oğlum. İbadetlerin meşakkati gider, sevabı kalır. Günahların lezzeti gider, azabı kalır oglum. Ölüm her an kapımızda olabilir. Hiç kimse bu yolculuğa hazırlanmadan gitmemeli. Çantamıza tüm amellerimizi yerleştirmeliyiz; çantanın büyüklüğü ise ihlas ve iman sahibine göre değişir. Hepimiz keyfimize göre yaşıyoruz!
Fakat bu yaşamımız uzun sürmeyecek; bir gün elbette öleceğiz. Gece gündüz düşündüğümüz, sımsıkı sarıldığımız tüm lezzetlerden elbette ayrılacağız. Dünyanın nesini seversek sevelim, hepsine veda edeceğiz! Hiç unutmayalım ki, her yaptığımızın hesabını vereceğiz!”
Sonra annesi durakladı
"Oğlum, baban geldi mi?" diye sordu. Kendisi tekrar geçmişe daldı.
Remzi, üzgün bir şekilde annesinin gözlerinin içine bakarak,
"Birkaç dakika bile olsa seni tekrar konuşturan Allah'a şükürler olsun, anne," dedi.
Remzi, kul hakkı için hak sahipleriyle helalleşmeye başladı. Tüm hakları olanlara haklarını geri vermeye başladı, fakat bu zor bir durumdu. O kadar çok hak vardı ki hangisinin kime ait olduğunu tam olarak çıkaramıyordu.
Bazıları haklarını helal ediyor ve hiçbir şey talep etmiyordu.
Hatırlayamadıklarına ise sadaka veriyor ve sürekli tevbe ediyordu. Bir şeyin farkına varmıştı; ne kadar malını dağıttıysa, bir o kadar sanki bereketleniyor veya hiç ummadığı yerden istekler geliyordu.
Ancak, her zamanki gibi, şeytan ve nefis insanı tekrar tuzağa düşürmeye çalışıyordu çünkü nefsi henüz mutmain değildi. Bir süre sonra, nefsi ve şeytan iş yerinde ona vesvese vermeye başladı:
“Daha fazla verme Remzi, bence bu kadar yeter. Aileni düşün! Sonra onları millete muhtaç ve mahcup edeceksin. Allah seni affeder.”
Remzi, içindeki sesi dinleyip cevap verdi:
“Bana bak, kes sesini yoksa akşam seni aç bırakırım, anladın mı! Sabaha kadar uyutmam seni!”
Remzi, kendi kendine konuşurken bir çocuğun dükkanda olduğundan habersizdi. Meğerse çocuk onu dinliyormuş. Çocuk, Remzi'nin söylediklerini duyunca gözleri doldu ve ağlayarak hıçkırarak kaçtı.
Remzi, çocuğun arkasından gitmeye çalıştı, fakat onu yakalayamadı.
Akşama doğru, Remzi tüm ailesini, eşini, çocuklarını ve kardeşini lokantada topladı. Lokantayı özel olarak kapattırdı. Hep birlikte yemek yediler. Biraz hüzünlendiler, biraz da eski anıları konuşup güldüler. Remzi, düşüncelerine dalmış bir halde, masadaki yemeklere bakarken içinden şöyle geçirdi:
"Şimdi bu lezzetli yemekleri yiyeceğiz. Alt tarafı yarım saat içinde yiyeceğiz ve bitecek. Yani bu kadar zahmet ve eziyet, sadece yarım saatlik yemek için. Hayatta da her lezzette bin bir türlü elem ve eziyet var. Mesela şimdi bu yemekten kilo alacağım, bitecek ve tadına doyamayacağım. Belki mideme ağır gelecek, belki beni ileride etkileyecek. Daha nice sayamadıklarım var, İşte ömür de böyleydi." diye düşündü.
Derken Remzi, herkesin dikkatini çekti ve konuşmaya başladı:
“Hepinizin bu akşam buraya geldiğiniz için teşekkür ederim. Durumu biliyorsunuz. Ölüm çok tuhaf bir şey, değil mi? İnsan hiç düşünmüyor biliyor musunuz? Son zamanlarda dinimi okumaya ve öğrenmeye başladım.
Ne kadar garip, bunca ömür içinde, hatta Kur'an'ın ilk ayeti 'Oku' olmasına rağmen kaçımız okuyup dinimizi anlamaya çalışıyoruz?
Ta ki ölüm veya bir hastalık kapınıza dayanana kadar. Bu yüzden Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, 'Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız' diye buyuruyor. Tabii bu bize çok ağır geliyor çünkü eğlencemizi bozuyor, zaten sorun da bu.
Birkaç ay içinde öleceğimi öğrendiğim an tüm gerçekleri gördüm. İşte o zaman, her ne kadar nefsim beni sarsmaya çalışsa da artık aldırmıyordum çünkü biliyordum ki artık bu işin içinde oyun oynayacak yer kalmadı. Yarınlar kalmadı. Saat gibi kurulmuş bir vaziyette bekliyorum.”
Remzi'nin gözleri dolmaya başladı. Masadaki herkes üzgün bir şekilde onu dinliyordu.
"Çok pişmanım. En çok da yapamadıklarım için. Bir kul olarak hiçbir şey yapamadan öbür tarafa gideceğim. Ne yapacağım, nasıl hesap vereceğim diye akşamları, hatta sabahlara kadar düşündüğüm oluyor. Kendime o kadar öfkeli ve kızgınım ki aynaya bakamaz hale geldim. Hayatımda birçok şeyi kaçırdım. Hırsım ve kıskançlığım yüzünden çocuklarımla yeterince ilgilenemedim, hanımımla yeterince ilgilenemedim, en güzel anları kaçırdım gitti. Kendi öz kardeşimi kıskandım ve hırsla onunla yarıştım. Hırsın ve kıskançlığın ne kadar kötü bir zehir olduğunu sonunda anladım.
Belki çok geç kaldım biliyorum, ama ne yapayım, ancak bu kadar yapabiliyorum. Hepinizden özür diliyorum ve hakkınızı helal etmenizi istiyorum."
Remzi daha fazla kendini tutamadı ve lokantadan ayrıldı.
Masadaki herkes üzgündü; hanımı elini ağzına koymuş, kendini tutup ağlamamaya çalışıyordu.
İstanbul'un akşamında boğazın etrafında dolaşıyordu. İnsanları seyrediyordu. Kimisi eğleniyor, kimisi bir köşede oturmuş dilencilik yapıyordu. Bir köşede uyuyakalmış sarhoşlar vardı. Kimisi aceleyle bir yere yetişmeye çalışıyordu.
Başkalarıysa akşam ekmeğini kazanmak için çalışıyordu.
Birisi dükkânın önünde elektrik kablolarıyla uğraşıyordu.
Tüm bu sahneleri izlerken, herkesin dünya sahnesindeki rolünü oynadığını düşünüyordu.
Sonra gördüklerini tekrar düşündü. Sanki hepsinin alnında bir saat kurulmuş gibiydi. Herkesin bir saati vardı ve zaman dolduğunda ölüm zili çalacaktı. Ölüm, her birine bir şekilde gelecekti.
Eğlenen insanları düşündü; bir araba yoldan çıkıp bu insanlara çarparsa, kimisi ölür, kimisi sakat kalırdı.
Bir dilenciye hırsız saldırır, paralarını çalmaya çalışırken direndiğinde hırsız tarafından öldürülebilirdi.
Sarhoş bir adam, aşırı alkol tüketiminden zehirlenebilirdi.
Bir köşede uyuyan kişi aniden kalp krizi geçirebilirdi.
Elektrik dükkânında çalışan kişi, bir anlık dikkatsizlikle elektrik çarpması sonucu ölebilirdi.
Bunlar yaşanmamıştı, ama olabilirdi. Sayısız senaryo mümkündü.
Sonra tüm insanlara koşup onları uyarmaya çalıştı, ama herkes kendine dalmış, zincirler içinde bir şekilde yollarına devam ediyordu. Her birinin zincirleri bir şeye bağlıydı. Kimisi para, kimisi mal, kimisi makam, kimisi çocuklarına; onları Allah'ı unutturacak ve gaflete sürükleyecek her şey onların ilahıydı.
Kimse dinlemiyordu
"Uyanın! Hepiniz buradan gideceksiniz, hazırlanın. Hazırlıklı olun, ne emredilirse yerine getirin. Allah'ın rızasını kazanmadan buradan ayrılmayın."
Herkes etrafta kendinden geçmiş gibi yürüyordu; duymuyorlar ve görmüyorlardı. Oysa ayetlerde, dünya hayatının ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aramızda bir övünme ve mal ve evlat çoğaltma yarışından ibaret olduğu belirtilmiştir.
Aslında, dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi olmalıydık; sadece geçip gidiyorduk. Ne kadar dünyada eğlenmeye çalışsak da, her eğlencenin bir tadımlık olduğunu aslında bir şekilde biliyoruz. Her bitişte daha fazlasını istiyoruz, istek ve arzularımız dünyada bitmiyor. Bir evimiz olsun diyoruz, ev alıyoruz ama daha büyüğünü istiyoruz. Araba alıyoruz, sonra son modelini veya daha lüks olanını istiyoruz. Tattıkça daha fazlasını istiyoruz, tıpkı karıncanın bal kavanozuna düşmesi gibi, biraz daha derken dünya kavanozunun içine düşüp boğulup gidiyoruz.
İyice dinlersek, nefsimizin ağlayışına karşılık sadece plastikten bir emzik veriyoruz. Hakiki olan gülü bırakıp plastikten yapılmış bir çiçeği tercih ediyoruz. Oysa Cenâb-ı Allah, dünyaya bir sivrisinek kanadı kadar bile değer vermiyordu ve bunu ayetlerinde bizlere düşünmemiz için bildiriyordu.
Derken Remzi'nin hayalinde koca bir zil sesi çaldı. Dünyanın kurulmuş olan zili çalmıştı ve yerler sarsılmaya başladı. Tüm binalar teker teker paramparça oldu. Toprak yarıldı, derin çatlaklar oluştu ve içinden alevler yükseldi. Gökyüzü karardı, kasvetli bulutlar hızla toplandı ve şiddetli fırtınalar koptu.
Denizde dev dalgalar oluştu, şehirleri yuttu. İnsanlar panik içinde kaçışırken, gökdelenler domino taşları gibi yıkıldı.
Yer, gök sanki birbirine karışmıştı. Doğa, adeta öfkesini kusuyordu; sanki kıyamet günü gelmişti.
Dünyada hiçbir şey kalmadı; ne Roma eserleri, ne piramitler, hiçbir şey. Her bir imparatordan kalan eserlerin hepsi yerle bir oldu ve yok olup gitti.
Dünya yok olmak için yaratılmıştı; ahiret ise ebedi içindi. Aslında bizler ebediyi arıyorduk, çünkü fıtratımızda bu vardı ama kalpteki adres yanlıştı.
Remzi, akşam sokaklarda yürürken bir parka rastladı. Parkta yürürken, genç bir çocuğun salıncakta oturmuş, boynu bükük bir şekilde hıçkırarak ağladığını gördü. Bir an durakladı ve kendi kendine düşündü:
"Acaba yanına gidip derdini mi sorsam?" Ancak,
"Aman, bana ne," diyerek geri dönmeye karar verdi. Fakat vicdanı onu rahat bırakmadı. Sonunda geri döndü ve çocuğa doğru yürümeye başladı.
Remzi, çocuğun yanına yaklaşıp nazikçe,
"Merhaba, bir sorun mu var? Yardım edebilir miyim?" diye sordu. Çocuk gözyaşlarını silerek Remzi'ye baktı.
"Hayır," dedi çocuk, "Git buradan lütfen, başın belaya girer."
Remzi ısrarla sordu, "Ne oldu, anlat lütfen."
Çocuk tekrar haykırdı, "Hayır, lütfen git diyorum!"
Remzi, çocuğun yanındaki diğer salıncağa oturdu ve sakin bir
Sesle,
"Her ne ise, benimki kadar kötü olacağını sanmıyorum," dedi.
Sonra derin bir nefes alarak ekledi, "Belki birkaç günlük ömrüm kaldı. Bundan daha büyük bir dert olabilir mi?"
Çocuk şaşkınlıkla Remzi'ye baktı, sessizce ne söyleyeceğini düşündü sonra derin bir nefes alarak, "Sen bilmiyorsun, ben nasıl bir dertteyim," dedi.
Remzi, sabırlı bir şekilde, "Anlat," dedi, "dinleyelim o zaman."
Çocuk tam anlatmaya başlayacakken, arkadan silah sesleri duyuldu ve ikisi birden koşmaya başladılar. Kurşunlar parkın çocuk oyun alanındaki oyuncaklara isabet etti. Çocuk, "İşte derdim bu!" diye bağırdı.
Koşarak yeşilliklerle örtülmüş tepenin arkasına saklandılar.
Nefes nefeseyken, Remzi sordu, "Oğlum, kim lan bunlar?"
Genç delikanlı, "Benim peşimdeler," diye cevapladı.
Remzi merakla, "Peki neden? Bunlar mafya mı? Senin böyle adamlardan ne işin var?" dedi.
Genç, "Abi, ben bilgisayar korsanıyım. Avzar Karanın bilgisayar sistemlerine girip bazı bilgiler aldım. Onlar onun adamları," dedi.
Remzi, "Yahu be çocuk, ne işin var korsanlıkla?" Otur oyun istasla oyna veya program yap, senin Avzar Karanın bilgisayar sisteminde ne işin var" dedi.
Genç, "Benimkisi merak birde ona oyun istasyonu derler..." diye ukalaca bir bakışla cevap verdi
Remzi kızarak, "Her haltı biliyorsun ama bunları bilemedin, öyle mi? Bir de merak diyorsun ya, az önce altına kaçıracaktın naber. Buna mı meraklısın? Oğlum, senin adın belam mı?" diye sordu.
Genç, "Hayır, adım Mert," dedi.
"İyi, güzel. Benim adım da Remzi, bana Pala Remzi diyebilirsin. Arkamızdaki adamlara ise Edi ve Büdü diyelim, burada güzel bir filim çekiyoruz şu an," dedi Remzi, alaycı bir şekilde. "Hadi, buradan gitmeliyiz. Dereye doğru koşacağız."
Koşmaya başladılar, arkalarından birisi "Durun!" diye bağırdı.
Kurşunlar susturuculu silahlarla atılıyordu, vurdukları yerlerden taşlar ve toprak fırlıyordu. Onlar daha da hızlandılar.
Mert, dereye yaklaştıklarında taşların üzerinden kayıp yere düştü. Remzi, hemen elinden tutup onu kaldırdı ve "Hadi, devam et, Mert," dedi.
Koşarak tepenin sonuna geldiler ve aşağıya baktılar. "Abi, buradan rahat koşamayız," dedi Mert, endişeyle.
Remzi ne yapacağını düşünüyordu. Sonra çalıların arkasında paslı eski bir bisiklet gördü. Onu çalıların arasından çıkardı.
"Abi, bununla ne yapacağız? Lastikleri de patlak," dedi Mert.
"Sorun değil, taksi çağırırız. Bin lan, birazdan bizi patlatacaklar," dedi Remzi.
Mert, bisikletin ön tarafına oturdu. Arkadan yine sesler geliyordu,
"Durun!" diye bağırıyorlardı.
"Mert, gözlerini kapa," dedi Remzi ve bisikleti ileri iterek tepe aşağı sürdü.
Bisiklet, yokuş aşağı hızla ilerliyordu, taşların ve köklerin üzerinden zıplıyordu. Mert, gözleri sıkıca kapalı, gidona tutunmuştu. Remzi, ağaçlardan kaçınarak deli gibi sürüyordu.
Mert "Abi, bu sefer gerçekten altıma kaçıracağım, çok korkuyorum" dedi.
Aniden bir tümseğe çarptılar, havalandılar ve sert bir şekilde yere düştüler.
Yerde yuvarlanarak durduklarında, hemen toparlanıp koşmaya devam ettiler.
Artık kaçış yoktu; önleri tel örgülerle çevriliydi. Remzi, "Mert, bunlar birazdan burada olurlar. Gidecek başka bir yerimiz yok. Yürü, ağaçların arasına girelim," dedi.
Tam o sırada, büyük bir kurumuş ağacın gövdesini buldular ve içine saklandılar. İçeride nefes nefese beklerken, adrenalinle dolu anların içinde birbirlerine baktılar.
“Ulan Mert, birkaç günlük ömrümüz var diyorduk, meğer o da yokmuş galiba," dedi Remzi
Mert ağlamaya başladı, "Ölmek istemiyorum."
"Ya oğlum, sil şu gözyaşlarını. Bak, beni iyi dinle. Bu adamlardan daha kaçamayız artık, tel örgüyü geçmeye zamanımız yok. Burada duracaksın ve bana güveneceksin, tamam mı?" dedi Remzi, gözlerinde kararlılıkla.
"Hayır, beni bırakma lütfen!" dedi Mert.
"Bak koçum. Ben, var ya ben, hayatımda çok insan sattım, çok insanı dolandırdım, yalan attım. Her şeyden çok pişmanım ama bunların birçoğunu düzelttim. Ancak bazılarını düzeltmeye ömrüm belki kalmayacak. Ama bu akşam, ben seni yarı yolda bırakmayacağım, anlıyor musun? Remzi Abin olarak burada olacağım,"
Sonra Mert'in başını tuttu, sıkıca.
"Anlıyor musun Mert! Ama bana güveneceksin ve tüm dediklerimi yapacaksın. Başka çıkış yok," diye tekrar etti Remzi.
Sonra Mert'e ne yapacağını anlattı.
Mert başını sallayarak, "Tamam abi," dedi.
Remzi koşarak oradan ayrıldı.
Peşlerinden koşan iki adam yanlarına doğru geldi. Mert seslendi adamlara, "Teslim oluyorum, lütfen bana bir şey yapmayın. İstediğiniz bilgileri vereceğim!"
Mert elleri havada onlara doğru yürüyordu. İki adamdan biri,
"Madem teslim olacaktın, bizi neden bu kadar uğraştırdın?" diye sordu.
"Korktum ve başka seçeneğim yoktu," dedi Mert.
"Arkadaşın nerede?" diye sordu adam. Remzi onları görüyordu ve elindeki bir taşı alarak ağaçların olduğu tarafa doğru fırlattı, dikkatlerini dağıtmak için. Diğer adam, "O tarafa git," diye işaret etti.
Silahını doğrultmuş, yavaşça yürüyordu. Aniden Remzi, arkadan gelerek adamın kafasına sert bir darbe indirdi.
Bir müddet sonra diğer tetikçiden ses gelmediğini fark etti ve silahını Mert'e doğrulttu. "Arkadaşının adı nedir?" diye sordu.
Mert, "Remzi," dedi.
Sonra bağırarak, "Remzi! Çık ortaya, yoksa çocuğa olanlardan sen mesul olursun!" dedi.
Remzi, hızla fırlayarak yere doğru yuvarlandı. Yuvarlanırken adam ona doğru kurşunları sıktı, ama nişan alamadı.
Remzi hemen ağacın arkasına saklandı.
Remzi'nin elinde, diğer adamın silahı vardı.
Silah sesleri arasında, Remzi tekrar yer değiştirdi. Sonra adam çocuğu ensesinden sıkıca tuttu.
"Dinle beni, bu işin şakası yok!" dedi.
Tam o anda adam bacağından vuruldu ve yere düştü. Vuran Remzi değildi. "Polis! Teslim olun!" diye bir ses geldi.
Remzi, silahını indirip yere yattı.
Bütün ekipler etrafta toplandı ve adamların ikisini kelepçeleyip götürdüler.
Ekiplerin başı Komiser Serhat'tı ve uzun zamandır Avzar Karanın kirli işlerinin peşindeydi fakat bir türlü bunları ispatlayacak kanıt bulamıyordu.
Ta ki son anlara kadar. Mert'ten haberdar oldu, ama o zaman da Mert ortalarda yoktu çünkü Avzar'ın adamlarından kaçıyordu.
Komiser Serhat, Mert'e yaklaşıp onu teselli etti.
"Mert, çok iyi bir iş başardın," dedi. "Şimdi, bütün bulduğun bilgileri bize vereceksin."
Mert, korku ve heyecanla karışık bir şekilde başını salladı.
"Tamam, Komiser," dedi. "Tüm USB cihazındaki dosyaları ve kanıtları size teslim edeceğim."
Komiser Serhat, "Bu bilgilerle Avzarı yakalayabiliriz. Artık sen de güvendesin," diye ekledi.
Komiser Serhat, Remzi'ye dönerek, "Sana gelince Remzi, sen de çok büyük bir iş başardın. Eğer çocuğun yanında olmasaydın, onun hayatı tehlikede olabilirdi," dedi.
Remzi, mütevazı bir gülümsemeyle, "Kısmet ve nasip meselesi, komiserim," dedi.
Komiser Serhat, "Hepinizin sayesinde büyük bir adım attık. Şimdi merkeze dönelim ve bu işi tamamen bitirelim," diye ekledi.
Hep birlikte güvenli bir şekilde yola çıktılar, artık Avzarın sonunun geldiğini biliyorlardı.
Remzi büyük bir tehlikeyi atlatmıştı. Karakoldan tam ayrılmadan önce Mert ile vedalaştı.
"Abi, her şey için çok teşekkür ederim," dedi Mert.
"Ben de teşekkür ederim," dedi Remzi.
"Ölmeden önce bana güzel bir macera yaşattın. Ama en önemlisi, birisi için bir şeyler yapmanın ne kadar güzel bir duygu olduğunu anladım.İnsanlara yardım etmenin gerçekten çok güzel bir duygu olduğunu zamanla anladım. Demek ki almak değil, vermek güzelmiş.
Bunu bir yere yaz ve unutma, çünkü ben bunu son zamanlarımda zor yoldan öğrendim ve seninle de bu cümlenin noktasını koydum.
Kendine iyi bak delikanlı. Bundan sonra böyle işlerden uzak dur. Allah sana yetenek vermiş, onu doğru yolda kullan. Tamam mı?"
Mert gülümseyerek başını salladı.
Gece yarısı olmuştu, Remzi eve döndü. Kapıyı sessizce açıp içeriye girdi, kimse uyanmasın diye. Aniden ışıklar birden açıldı.
"Supriz!" diye bağırdılar.
Remzi birden ürktü. Hanımı, çocukları ve kardeşi, ailesiyle birlikte bir pasta ile onu bekliyorlardı.
"Ne oluyor ya? Ne sürprizi be?" dedi şaşkınlıkla.
"Yeni doğumuna hoş geldin, Abi," dedi kardeşi.
Remzi hâlâ şaşkınlık içinde herkese bakıyordu.
"Ya siz kafayı mı yediniz hepiniz? Benimle şaka mı yapıyorsunuz? Bugün doğum günüm değil ki! Oğlum, belki sayılı günlerim kaldı, siz ne yapmaya çalışıyorsunuz!"
Kardeşi gülümsüyordu ve bu, Remzi'yi daha da öfkelendiriyordu.
"Anlatayım, Abi, her şey bir oyundu," dedi kardeşi.
"Ne!?" dedi Remzi, gözleri şaşkınlıkla açılmış, ağzı açık, âdeta eşekten düşmüş gibi bir halde.
"Her şey oyundu, Abi. Sen hasta değilsin. Yengeyle bir olup sana bir oyun oynadık. Hasta gibi davranmanı sağlayan şey, aslında ilaçların yan etkileriydi."
Remzi, şok içinde kardeşine baktı. Öfkeyle dolu bir anın ardından kardeşine sert bir yumruk attı ve Cengiz yere yıkıldı.
"Sen biliyor musun ben neler yaşadım? Millete kendimi rezil ettim! Ya inanamıyorum ya!" diye bağırdı Remzi.
Sonra öfkeyle hanımına baktı. "Hele sen! Sen de onun kadar suçlusun!"
Hanımı sakince cevap verdi, "Evet Remzi, sana yalan söyledik. Doğru söylüyorsun. Peki ya senin attığın yalanlara ne demeli?
Bir düşün, şu birkaç ay içinde nasıl bir insan oldun. Bambaşka bir insan olup çıktın. Bütün hatalarını itiraf ettin!
Sana soruyorum, eğer ölüm işin içinde olmasaydı bütün hatalarını itiraf edebilecek miydin? Helalleşebilecek miydin?
Bizlere yaptığın hataları kabul edebilecek miydin? Sen ölmeden önce ölü oldun Remzi. Çünkü sen ölümü veya hesap gününü bir an olsun bile düşünmüyordun. Ne ahiretini ne bizleri ne de etrafındaki insanları. Tek düşündüğün ne kadar kazanabildiğindi. Malını mülkünü kazanırken ebedi olanı kaybediyordun.
Biz buraya ahiretimizi harcamaya gelmedik Remzi, biz dünyayı ahiret için harcamaya geldik!"
Remzi'nin öfkesi indi, üzgün bir şekilde herkese baktı ve utandı.
"Haklısınız... O zaman yeni doğumum kutlu olsun diyelim," dedi.
Ailesiyle birlikte sarılarak yeni bir başlangıç yapmanın sevincini yaşadılar.
Remzi, hayatında yeni bir sayfa açarak, geçmiş hatalarından ders alarak daha iyi bir insan olma yolunda ilerleyeceğine dair kendine söz verdi.