Hasan, derin bir uykudaydı. Rüyasında karanlığın içindeydi, ancak etrafa ışık saçan bir minare vardı. Minareye doğru yürüdü ve oraya varır varmaz elinde bir mum tutan çok güzel bir bayan gördü. Kadın, kendisine gülümseyerek bakıyordu. Sabah namazının ezanı okunurken Hasan birden uyandı.
"Hayırdır inşallah," dedi kendi kendine, yüzünü yıkadı.
İşe hazırlanma zamanıydı. Hasan evinde yalnız yaşıyordu. Annesi doğumda vefat etmişti ve babası onu büyütmüştü. Küçük yaşta babasıyla beraber hem kasapta çalışır hem de okula giderdi.
Hasan, henüz 18 yaşındayken babasını kaybetti. Babası, uzun yıllar alkol bağımlılığı ile mücadele etmiş, fakat sonunda bu hastalığın pençesinden kurtulamamıştı. Alkol, babasının karaciğerini mahvetmiş ve siroza yol açmıştı. Gün geçtikçe sağlığı daha da kötüleşmiş, doktorların tüm çabalarına rağmen kurtarılamamıştı.
Hasan'ın babası, içkiden kaynaklanan sağlık sorunları nedeniyle vefat ettiğinde, Hasan derin bir üzüntü ve öfke içinde kalmıştı. Babasının acı kaybı, onun hayatını derinden etkilemiş, haksızlığa ve yalanlara karşı daha da sert ve tahammülsüz bir insan olmasına neden olmuştu. Bu trajedi, Hasan'ın hayatında silinmez bir iz bıraktı.
Hasan, sert mizaçlı biriydi. Her şeyi tekrar tekrar yapar, fazla değişiklikten hoşlanmazdı. Yalandan hiç hoşlanmaz, sözü olduğu gibi söylerdi. Bu yüzden çok fazla dostu yoktu ve kasabanın çoğu kendisinden çekinirdi. Aynı zamanda güçlü ve kuvvetliydi.
Hasan, kasap dükkanına gitti ve işine koyuldu. Her zaman olduğu gibi, ortaktan önce dükkanındaydı. Ortağı Mehmet Usta, babasının eski ortağıydı. Babası vefat ettikten sonra, Hasan babasının yerini alıp ortak olarak çalışmaya devam etmişti. Etleri satırla keserken, camdan dışarı baktığında yaşlı bir bayan ile genç bir bayanı gördü. Genç bayan, yaşlı kadına tutunarak yürüyordu. Kızın yüzüne dikkatle baktı ve rüyasını hatırladı. Yüzü rüyasındaki kızı andırıyordu.
Hasan hemen ustasına seslendi:
"Usta, bu yaşlı bayanın yanındaki kız kim?"
Mehmet Usta cama yaklaştı, gözlüğü olmasına rağmen gözleri zayıftı.
Gülümsemeye başladı.
"Sen bu kızı hakikaten tanımadın mı, oğlum?"
“Yok Usta, tanımadım. Kimin, neyin nesi?"
Usta hâlâ şaşkınlık içindeydi.
"Sen o zaman haberinde yok."
"Neden haberim yok, Usta?"
Ustanın artık gülümsemekten dişleri görünüyordu.
"Sakine lan, Sakine! Senin Sakine!"
“Sakinemi!”
“Evet Sakine” dedi tekrar Usta
Hasan'ın kalbi hızla çarpmaya başlamıştı.
Hasan birden bağırdı: "Allah!" diye.
Ustaya sarıldı, "Bugün her şey çok güzel, sen bile Usta," dedi ve saçsız kafasını öptü. Öyle bir sarıldı ki, sanki Ustanın kemikleri birbirine geçecek gibiydi.
"Dur oğlum, delirdin mi! Tövbe! Tövbe! " dedi Usta şaşkınlıkla.
Hasan birden geçmişe daldı. Bir an, küçüklüğündeki bir hatırayı hatırladı.
Bir gün babasının dükkanına giderken, sokakta birkaç çocuk Sakine'nin önünü kesmişti. İçlerinden biri, Sakine ile dalga geçiyor ve onun peşini bırakmıyordu. Bu çocuğun ismi Osman'dı.
Osman'ın asıl derdi, Sakine'yi seviyor olmasıydı ve onunla oynamak istiyordu, fakat Sakine hiçbir zaman yanaşmıyordu ona. Bunu gören Hasan öfkelendi ve Osman'ın yanına gidip ceketinden tuttu.
"Ne yapıyorsun sen!" dedi Hasan
"Çek elini Hasan, yoksa sapanımla kafanı yararım."
"Hadi yar da görelim," dedi Hasan ve Osman'ı yere itti.
Osman sapını çıkarıp Hasan'ın kafasına taşla nişan aldı ve Hasan'ın kafasını hafifçe yaraladı. Bu, Hasan'ı daha da öfkelendirdi. Osman'ın elinden sapını kapıp ikiye ayırdı ve yere attı, ardından Osman'ı kaldırıp tekrar yere fırlattı. Osman korkusundan ağlayarak evine kaçtı, arkadaşları da korkudan bisikletlerine atlayıp hızla uzaklaştılar.
Sakine cebindeki mendili çıkarıp Hasan'ın kanayan yerine bastırdı.
"Acıyor mu?" dedi.
"Senin elin değdiyse hiç acır mı?"
Sakine'nin yüzü kızardı, gülümsemeye başladı.
"Bence Osman hep kafamı böyle kanatsın."
"Neden öyle diyorsun Hasan?" dedi Sakine.
"Çünkü ellerin kafama değecekse bir kere değil, bin kere kafamı kanatsın."
Sakine elini çekti, gülümseyerek koştu, sonra tekrar dönüp Hasan'a baktı.
"Dur Sakine, nereye gidiyorsun? Mendilini unuttun!"
"Sende kalsın," dedi Sakine.
"Bu mendili hep saklayacağım Sakine." dedi Hasan.
Mendili elinden indirdi, kafasından hafifçe kan akarken Sakine'ye şapşal bir şekilde gülümsüyordu. Bu şapşal gülüş Sakine'yi güldürmüştü.
Hasan, bu güzel hatırayı hatırlayınca gülümsedi.
Pek gülümsemez di, Hasan daima ciddi bir yüz ifadesine sahipti.
Şimdi de en üzücü hatırasını hatırladı. Bir gün evine doğru yürürken, Sakine'nin evinin önünde bir kamyon vardı. Kamyonun içine hamallar eşyaları taşıyorlardı. Sakine üzgün bir şekilde kaldırımın yanında oturuyordu. Hasan hemen yanına, merakla gitti.
"Sakine, neden üzgünsün? Bu kamyon nedir böyle?"
"Babam bizi şehre götürüyor Hasan.""Şehre mi?"
"Evet."
Hasan'ın dünyası yıkılmıştı.
"Peki, ne zaman geri geleceksiniz? Yani temelli mi gidiyorsunuz?"
"Bilmiyorum."
Babası, Sakine'ye seslendi.
"Babam beni çağırıyor, gitmem lazım," dedi ve eve doğru koştu.
Ertesi gün, tekrar yolda giderken Sakine'yi arabanın içinde görmüştü. Arabada annesi, kendisi ve babası kasabayı terk ediyorlardı. Sakine camın arkasından dönüp Hasan'a el salladı. Üzgün bir şekilde ağlıyordu. Hasan, arabanın arkasından koştu. Hiç durmadı, sürekli koştu. En sonunda nefes nefese kaldı.
Cebinden Sakine'nin mendilini çıkarıp haykırdı:
"Seni bekleyeceğim Sakine! Hep bekleyeceğim!" dedi.
Hasan, hayallerinden geri döndü ve ustasının omuzlarını sıkıca tutarak dedi ki, "Usta, ne olur, Sakine'yi benim için iste."
Ustası, şaşkınlıkla Hasan'a baktı ve ardından omuzlarını sıkıca tutan ellerini nazikçe geri çekerek, "Dur oğlum, ne istemesi!" dedi.
Hasan'ın gözleri endişeyle doldu, titreyen bir sesle sordu, "Yoksa... Yoksa evlendi mi?"
Ustası, "Hayır ne evlenmesi," dedi.
Sonra elini çenesine koyup derin düşüncelere daldı. Parmakları yavaşça çenesinde gezindi, yüzündeki çizgiler düşüncenin ağırlığıyla daha da belirginleşti.
Gözleri, sanki uzak bir noktaya odaklanmış gibi boşluğa bakıyordu. İçinde bir karar verme süreci yaşanıyordu; geçmişi ve geleceği tartıyor, doğru adımı bulmaya çalışıyordu.
Ustası, derin düşüncelerinden sıyrılıp Hasan'a dönerek konuştu, "Sakine şehirde bir kaza geçirdi. Bu kazadan dolayı gözlerini kaybetti. Yani, artık görmüyor Hasan. O yüzden annesine tutunuyordu.
Hasan'ın gözleri doldu, boynunu bükerek üzgün bir şekilde başını eğdi. Rüyasını hatırladı; rüyasında güzel bir bayan, bir minarenin altında elinde bir mum tutarak kendisine gülümsüyordu. Üzgünlüğü sadece bir daha kendisinin onu göremeyecek olmasıydı. Ancak kısa süre sonra kendini toparladı.
"Ne olursa olsun Usta, isterse topal olsun, isterse ayakları olmasın ben Sakine'mi istiyorum!"
Ustası yine parmaklarını yavaşça çenesinde gezdirdi, derin düşüncelere daldı. Sonunda, "Peki peki, tamam. Rüstem Bey'e bir çıtlatırım, bakalım ne diyecek.
Hayırlısı olsun, ne diyeyim," dedi.
Hasan'ın gözleri sevinçle doldu.
"Yaşa be Usta!" dedi coşkuyla.
Ertesi gün Mehmet Usta, Rüstem Bey ile birlikte üzüm bahçesinde oturup kahve içiyorlardı. Geçmişten konuşup biraz dertleşiyor, arada bir kahkahalar atıyorlardı.
Mehmet Usta, konuyu nasıl açacağını bilmiyordu; neticede hassas meselelerdi. Kahvesinin son yudumunu içip içinden "Bismillah" dedi ve konuya girdi.
"Rüstem kardeşim, bilirsin bizim Hasan ve Sakine elimizde büyüdü. İkisi de bizim çocuklarımız gibi. Küçükken de pek iyi anlaşırlar, hiç ayrılmazlardı. Şimdi bizim oğlan kızına talip, sen ne dersin?"
Rüstem Bey, bir an durdu, Mehmet Usta'nın söylediklerini tarttı. Yüzünde ciddi bir ifade belirdi. Bu beklenmedik teklif karşısında ne diyeceğini düşünüyordu. Gözleri Mehmet Usta'nın gözlerine kenetlendi, bir an için derin bir sessizlik oldu. Sonra derin bir nefes alarak cevap verdi.
"Mehmet kardeşim, Hasan iyi çocuktur lakin babasının sonunu gördük. Şimdi böyle bir babanın oğluna kızımı nasıl vereyim? Yani seneler geçti, Hasan'ın huyunu bilmem."
Mehmet Usta, ne söyleyeceğini düşündü. "Ben önyargılı olma derim. Evet, babası hanımının ölümünden sonra kendini toparlayamadı. Bu işler iman ve tevekkül ister, o olmayınca içkiye sarıldı. Neticede benim ortağımdı, bugüne kadar kimseye bir zararını görmedim. Zararı kendineydi. Ben yine de bir düşün derim, neticede kızının da durumu ortada."
Rüstem Bey'in yüzü sertleşti, heybetli bir şekilde karşılık verdi. "Ne demek istiyorsun Mehmet Bey, açıkça konuş! Yani kızımda bir sakatlık varsa her önüne gelenle mi vereyim? Bunu mu demek istiyorsun!"
Mehmet Usta, kendini sakinleştirmeye çalışarak konuştu. "Yok, öyle demek istemedim. Yanlış anladın beni! Yani diyorum ki, kısmet gelmişken sen yine düşün. Gerçekler ortada, Hasan gerçekten iyi bir çocuk. Kumarı yok, içkisi yok, evden işe, işten eve gelir. Bir düşün derim."
Rüstem Bey, sakin bir şekilde düşünmeye başladı. Yüzünü eve doğru döndü ve Sakine'yi düşündü. Kızının geleceği ve mutluluğu için doğru bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. İçinde bir kararsızlık vardı, ama Mehmet Usta'nın sözleri de aklında yer etmişti.
"Peki, tamam. Kendisiyle bugün görüşürüm. Bakalım, ne diyecek," dedi Rüstem Bey.
Usta, Hasan'a müjdeyi ilettiğinde, Hasan havalara uçmuştu. Sakine ise Hasan'ın kendisini unutmadığını ve hala istediğini babasından duyunca çok sevinmişti. O da Hasan'ı hiçbir zaman unutmamıştı. Ancak Sakine'nin bu dünyadan çok daha önemli bir sevgisi vardı. Onun için ilk önce Allah ve sonra Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v) geliyordu. Bu yüzden evlilikte de bu konuda fikirlerinin aynı olması gerekiyordu.
Birçok evliliğin yıkım sebebi, fanî bir aşk ve sevgi üzerine kurulmuş olmasıydı. Ufak bir depremde bile yıkılmalarının nedeni, evliliklerin Allah rızası üzerine kurulmaması ve temellerinin sağlam olmamasıydı. Bu yüzden ufak bir imtihan gerekliydi.
Sakine aynı zamanda akıllı bir kızdı. İmtihanın neticesi, hem Hasan'ın dürüstlüğünü ölçmek hem de bu evliliğin sadece bir sevgi üzerine değil Allah rızası için kurulup kurulmadığını görmekti.Bunun için ilk şartı, Hasan'ın namaz kılmasıydı. Eğer kılmıyorsa, namaza başlaması gerekiyordu. Ayrıca, İslam'ın kurallarını ve evlilikteki beklentilerini öğrenmesi şarttı.
Babası, ustaya Sakine'nin isteklerini belirtti, o da Hasan'a iletti. Hasan bu isteğe karşı öfkelenmişti. Elindeki satırla kocaman eti ikiye ayırdı.
"Ne demek namaz kılmam lazım, Usta? Ben namazı Sakine için kılmam; kılacaksam Allah için kılmalıyım. Hayır, o değil, yalan söylersem bana yakışmaz. Bizde yalan olmaz, Usta!"
Satırı elinden bırakarak düşündü.
"Benim de düşüncem bu. Madem namaz kılmalıyım, Allah için kılmalıyım. Bunun için bizim Ali Hoca'yla bir görüşmem lazım."
Sakine, Hasan'ın kararını duyunca çok sevinmişti. Aslında onu denemişti; eğer Hasan hemen 'evet' deseydi, Sakine vazgeçecekti. Ama Hasan'ın düşünmesi, onun ciddiyetini ve dürüstlüğünü gösteriyordu.
Hasan, öğle namazı vaazı sırasında Ali Hoca'ya gitti. Ali Hoca, Hasan'ı görünce sevinmişti. İkisi de çocukluk arkadaşıydı, fakat Ali Hoca, ortaokul ve lise eğitimini ilahiyat üzerine tamamladıktan sonra yıllar sonra kasabaya imam olarak geri dönmüştü.
Ancak yıllar içinde Hasan ile Ali Hoca arasında birçok fikir ayrılığı oluşmuştu ve dostlukları eskisi gibi değildi. Hasan, Ali Hoca ile eski günleri konuşup gülüştüler ve derken Hasan meseleyi anlattı.
“Demek Sakine bacımız senden bunu istedi?” dedi Ali Hoca tebessüm ederek. Biraz daha birlikte yürüdüler, aralarında sessizlik vardı.
“Doğru bir şey istemiş, zaten de böyle olmalı. Hasan, insan evlenirken hayat arkadaşını da seçmiş oluyor. Evlilik öyle bir şey olmalı ki fikirler aynı olmalı, senin evlendiğin kişi namaza kaldıran, günahlardan koruyan, ahirete yönlendiren biri olmalı. Bak, Peygamber Efendimiz (s.a.v) ne diyor: 'Kişi, dostunun dini üzeredir. Bu nedenle, her biriniz kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.' Anladın mı?
Bir kişiyle bir ömür boyu geçireceksin. Yanında şeytanın görevini yapan biri olursa ne yaparsın o zaman? İnsan hakka doğru zaten zor yürüyor çünkü nefs diye bir düşman var içimizde. Onu azdıran biri de yanında olursa, o zaman ne yaparsın? Kötülüğe gitmek hakka yürümekten daha kolay. O yüzden işi baştan sağlam yapacaksın, yoksa sonra başın çok ağrır."
Ali Hoca durdu, etrafa bakındı.
Hasan ise derin düşüncelere dalmıştı. Ali Hoca devam etti:
“İki kişi İslam ile bağdaşık yaşamıyorsa, menfaat için birbirine katlanır. Mesela, geçici tozpembe bir aşk da aslında bir menfaattir. Belki de bu aşk sevgiye evrilir, ancak sevginin içinde bile bir çıkar vardır. Diyelim ki o kişilerden biri hasta oldu, diğeri bu yükü taşımak zorunda kalır ve eskisi gibi aşk mesajları ve güler yüz olmayabilir. Peki kaç kişi bu duruma katlanabilir? Vicdanı olan kişi, vicdanından hareket eder; ne kadar vicdanlıysa o kadar dayanır. Bazen de çaresizlikten dayanabilir. Fakat kişi İslam ile bağdaşık yaşıyorsa, Allah için sabreder ve Allah için sever. İki kişi İslam ile bağdaşık yaşıyorsa, o evde Allah sevgisi ve muhabbeti olur. Tüm evlilikler bu şekilde olsa, hem karı-koca ilişkisi sağlam olur, hem de çocuklar sağlıklı bir yuvada yetişir ve toplumda sağlıklı olur.”
Sonra Ali Hoca, Hasan'ın yüzüne baktı.
“Peki ben sana nasıl yardımcı olabilirim?”
“Namaza başlamak için bana yardımcı ol, bir türlü kılamıyorum. İslam'ın şartlarını da öğrenmek istiyorum.”
“Peki, neden namaz kılmıyorsun? Mesela kimisi kılmaz, der ki kalbim temiz, böyle şeylere gerek yok; ya da başka bir bahane bulur. Bu tür bahaneler aslında namazı hafife almak anlamına gelir ve bu da doğru bir yaklaşım değildir. Namazı hafife almak, yani önemini ve gerekliliğini küçümsemek, iman açısından tehlikeli bir durumdur. Namazın farz olduğunu inkar eden bir Müslüman, İslam inancına göre dinden çıkar (kafir olur). Yalnız, namazın farz olduğunu kabul etmekle birlikte kılmayan veya ihmal eden bir kişi büyük bir günah işlemiş olur, ancak bu durum onu otomatik olarak kafir yapmaz. Bu kişi büyük bir günahkar olarak kabul edilir ve tövbe etmesi beklenir. .Kimisi de namaza inanmıyor ama İslam'ın diğer hükümlerine inanıyor olabilir. Ancak, İslam'ın bir kısmına inanıp diğer kısmını reddetmek doğru bir inanç sistemi değildir, çünkü İslam bütünsel bir inanç ve yaşam biçimidir. Bazıları da başkalarının kusurlarını bahane ederek kendi nefsini temize çıkarır ve vicdanını böyle rahatlatır. Bu da kişinin kendi ibadet sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Senin durumun nedir? Mesela sana sorsam, İslam hak din midir ve hak din olarak inanıyorsan neden? Sen ne cevap verirdin bana?”
Hasan düşündü.
“İslam'ın neden hak olduğuna inanmamın birkaç sebebi var. Birincisi, senin çocukluğunu bilirim. İlahiyata gidip İslam inançlarına göre hayatını değiştirdikten sonra bambaşka biri oldun. Güzel bir ahlak ortaya çıktı ve Peygamber Efendimizin üstün ahlakına bakınca, İslam'ın ne kadar güzel olduğunu görüyorsun. İkincisi, İslam çok güzel bir sistem; böyle güzel bir şekilde toparlanmış bir sistem ancak hak dinde olur. Üçüncüsü, tevhid inancını en güzel şekilde anlatan din İslam'dır. Dördüncüsü, içkiyi yasak etmesi ve bunun bedelini hem bu dünyada hem de ahirette anlatması. İçkinin neler yapabileceğini babamda gördüm. Beşincisi, kul hakkına çok ince şekilde insanları uyarıp ikaz etmesi. Altıncısı, hac gibi bir ibadetin insanları nasıl bir araya getirdiği ve ırkçılığı yok etmesi. Yedincisi, zekatın nasıl adalet gösterdiği. Sekizincisi, orucun insana nasıl faydalar sağladığı. Benim durumum, namazın hak olduğunu biliyorum ama korkuyorum. Kendimi geliştirip tüm günahlarımı terk edip o şekilde başlamak istiyorum.”
Ali Hoca, Hasan'ın cevabına sevindi. Tekrar düşündü.
“Bak, şu an ne duyorsun?” dedi Ali Hoca.
“Yani, etraftaki sesler!” diye cevap verdi Hasan.
“Tamam ama ne sesleri, say bana!”
Hasan dinlemeye başladı
"Kuşlar var etrafta, ağaç sesleri, rüzgar, ileride koyun sesleri geliyor, horoz sesi var, insan sesleri..."
Ali Hoca gülümsedi.
"İnsan seslerini bir yana bırakalım, çünkü insanda cüzi irade diye bir şey var, yani senin gibi ve benim gibi seçme hakkı var. Bak, ikimiz de aynı şeylere tam olarak inanmıyoruz ve görüşlerimiz farklı. Fakat insan dışında tüm duyduğun sesler aynı harekette bulunurlar. Diyeceğim o ki, hepsi hizmet ediyor. Peki, bizim görevimiz o zaman nedir, değil mi Hasan? İnsan olduğu sürece hiçbir zaman tam anlamıyla temiz olamaz, mutlaka bir hata işleyecek. Bazen günah da işleyecek. Mükemmeliyetçilik ise sadece şeytanın bir tuzağıdır. Seni de bu şekilde yakalamış. Tabii işin içinde en büyük payı nefsin var. Nefsin en zor anı nedir biliyor musun Hasan?"
Hasan merakla sordu: "Nedir?"
"Namaz kılıp secde etmek, bu nefse çok ağır gelir. İnsanlar farkında değil ama işte bu ağırlık nefse bin türlü namaz kılmamak için bahaneler uydurur. Tabii şeytanın da büyük oyunu var işin içinde. Zaten namaz İslamın direğidir; o olmazsa olmaz gibidir, o kadar önemli bir konu.Zamanla devam ettikçe, namazın tadına varır ve ona doyamaz hale gelirsin. Sen adaletli birisin Hasan. Madem inanıyorsan, adalet duygunla bir tart, düşün. Namaz kılmamakla Cenab-ı Allah'a itaatsizlik etmiş olmuyor musun? Hem yiyorsun, içiyorsun, düşün, sana her şey O'nun nimetinden verilmiş ama sen sana verilen görevi yerine getirmiyorsun. Cenab-ı Allah bizden günah işlemeyen bir kul istemiyor, bilakis tövbe eden, itaatkar olan, kendi kusurunu itiraf eden ve kendini düzeltmek isteyen bir kul istiyor. Anladın mı?"
Hasan, Ali Hoca'nın söylediklerini dikkatle dinledi. Bir süre düşündü ve ardından hafifçe başını sallayarak, "Evet," dedi. Bu baş sallama, onun hem Ali Hoca'nın dediklerini kabul ettiğini hem de konuyu ciddiye aldığını gösteriyordu.
"Öyleyse, ikindi vakti geldi. Derhal bizimle namaza duruyorsun ve yarından itibaren artık eğitime başlıyoruz," dedi Ali Hoca.
Bir zaman sonra Hasan, bütün temel konuları öğrendi ve namazlarına titizlikle devam ediyordu. Ali Hoca, Hasan'a vekil olmuş ve Sakine'yi istemişlerdi. Sakine, arkadaşı Fatma ile birlikte kahveyi pişiriyordu. Kendisi çok heyecanlıydı:
"Ay kız, sanki yüreğim fırlayacak! O kadar heyecanlıyım ki!"
"Sen hele şu paketi bir aç," dedi arkadaşı merak içinde. Hasan, bir kutu çikolata ve paketlenmiş bir hediye vermişti.
"Olmaz şimdi," dedi Sakine.
"Olur olur, hadi bende merak ettim," diyerek Fatma, Sakine'nin eline paketi verdi ve açmaya başladı. İçinden bir kutu çıktı. Kutuyu açtı, eline bir kumaş parçası, mendil gibi bir şey hissetti.
"Bu bir mendil Sakine," dedi Fatma. Yüzü biraz düşmüştü, daha fazla bir şey bekliyordu.
Sakine hatırladı, "Bu sadece bir mendil değil Fatma, çok özel bir mendil." Sonra paketin içinde bir not fark etti.
"Fatma, bunun içinde bir kağıt var. Al, bunu oku."
Fatma okumaya başladı:
"Emanetini hiç bir zaman yanımdan ayırmadım. Sen gittiğin gün benim için zaman durdu. Hep bekledim. Üzerimdeki, kafamdan akan kan izlerini yıkamadım. Onlar, aslında sensizliğin acısının içimdeki yüreğimden akan kanlardı. Mendili bu kutunun içine koydum ki teninin kokusu çıkmasın diye. Her baktığımda seni düşünüyordum. Senin bu dünyadaki varlığın bile beni mutlu ediyordu. Sana dünyadaki her şeyi hediye etmek isterdim ama bu mendil benim için dünyadaki her şeyden daha kıymetli. Çünkü senin ellerin değdi. Şimdi o elleri bir ömür boyu istiyorum."
"Ayyy kız, ne romantik, darısı başıma!" dedi Fatma heyecanla.
Sakine, çocukluktaki bir anıyı hatırladı. Dere kenarında çiçek topluyor, neşeyle birbirlerine su sıçratıyorlardı. Gözlerinin içi gülüyordu o gün. Hasan, aniden durup ciddi bir ifadeyle ona bakmıştı.
"Bir gün seni gelip babandan isteyeceğim, Sakine!" demişti Hasan, gözlerinde sevgi ve umut parlıyordu.
İşte o gün bugündür.
Hasan ve Sakine evlendiler. Evlilikleri daima muhabbetle doluydu. Sakine, Hasan'ı daima yumuşatmaya çalışıyordu. Belki de yılların kasaplık işi, et kesmesi ve anne baba sevgisinden mahrum kalması onu sert ve katı yapmıştı. Bazen bu yüzden ona evde ve bahçede Allah'ın güzel isimlerini anlatıyordu. Böylece evde daha fazla sevgi, muhabbet ve bereket oluyordu. Bir gün Hasan, elinde kocaman bir demet çiçekle eve geldi.
"Bu çiçekler sana Sakinem, bir türlü bulamadım ama kusura bakma," dedi Hasan.
Sakine gülümseyerek, "Neyi bulamadın?" diye sordu.
"Senden daha güzel bir çiçek bulamadım!" dedi Hasan.
Sakine'nin yüzü büyük bir gülümsemeyle doldu.
"Eyvah! Dışarıda bak ne oldu?" dedi Hasan.
Sakine heyecanla, "Ne oldu?" diye sordu.
"Sen gülünce dışarıdaki güllerin hepsi açtı!" dedi Hasan.
Sakine gülmeye başladı.
"Ne olur bak, sen böyle gülünce ben kalpten gideceğim. Vasiyetimdir, beni o yanağındaki gamzenin birine gömsünler," dedi Hasan.
Hasan, başını Sakine’nin dizlerine koymuştu. Sakine, Hasan’ın saçını okşuyor ve ona daha önce hiç görmediği bir merhametle davranıyordu.
“Biliyor musun Sakine, ben sevgi nedir bilmedim. Sevgiyi seninle öğrendim ama en önemlisi seninle Allah’ı buldum. Sen benim hayatımda Allah’ın bana verdiği en güzel hediyesin. İnşallah benim cennetlik çiçeğim olursun!” dedi Hasan.
Hasan’ın bu içten sözlerinden bir ay sonra, kasabaya şiddetli bir kar fırtınası bastırdı.
Kar ve rüzgar o kadar kuvvetliydi ki, insanlar evlerinden çıkamaz hale neredeyse geldi.
Bir sabah Hasan, rüyasında kendini yoğun bir ormanın derinliklerinde buldu. Ormandaki tüm ağaçlar beyazdı. Biraz ilerleyince karşısında ince ve uzun bir köprü gördü. Köprünün sonunda bir kurt bekliyordu. Hasanın yanında bir aslan vardı ve üstünde bir saat taşıyordu. Saat tik-tak tik-tak ettikçe paslanıyordu. Yüzünü köprüye döndüğünde aniden bir kurt üzerine atladı.
Hasan birden telaşla uyandı. Sabah olmuş, rüzgarın şiddetinden camlar zangırdıyordu. Biraz su içip abdest aldıktan sonra odasına geri döndü ve Sakine’yi namaza kaldırmak için seslendi.
“Sakine... Sakinecim,” dedi ama Sakine cevap vermiyordu. Alnında ter vardı, ateş gibi yanıyordu. Birkaç gün önce de halsiz ve şiddetli öksürükle mücadele ediyordu.
Tekrar seslendi: “Sakine, iyi misin?”
Çok kısık bir sesle cevap geldi: “Hasan... İyi değilim...”
Hasan, gün ışıyınca hemen Doktor İlyas’ı evine çağırdı. Doktor İlyas, Sakine’yi dikkatlice inceledi.
“Evet... Göğüs ağrısı, aşırı yorgunluk, halsizlik, titreme, terleme, baş ağrısı ve hızlı kalp atışları. Hasan kardeşim, bu durum zatürreye benziyor.”
Hasan paniğe kapıldı: “Peki ne yapalım doktor? Var mı bir ilacı?”
Doktor üzgün bir şekilde cevap verdi: “Burada maalesef imkanlar yok, malum kasabamızda acil tedaviyi ancak şehirde yapabiliyoruz. Burada olmaz, yani şehre gitmesi lazım.”
“Şehre mi? Doktor, yollar kardan kapalı! Bu rüzgarda ve karda hiçbir araç gitmez. Başka bir yolu yok mu? Gitmese ne olur?”
Doktor biraz düşündü ve üzgün bir şekilde Hasan’a baktı: “Eğer gitmezse bu şekilde hayatını riske atabilirsin.”
Hasan, camdan dışarıya beyaz dağlara baktı. Tek yol o dağları aşmaktı. Bir buçuk gün sürecekti. Kendisi yürüyecek ve Sakine atın üstünde olacaktı.
“O zaman tek bir şey kalıyor doktor, bu dağları ne yapıp edip geçmeliyiz,” dedi Hasan. Doktor bu fikri pek beğenmedi.
“Yalnız bu çok riskli bir iş. Hem Sakine yürüyemez halde ve daha kötü olma ihtimali var, hem hayatınız tehlikeye girebilir!”
Hasan halen dağa bakıyordu: “Atımla gideceğim doktor, o kadar ben de düşünebiliyorum. Hem başka yol yok!” Elini çaresiz bir şekilde duvara vurdu. “Mecburum... Böyle de hayati tehlikede! Mecburum!”
Doktor biraz düşündü: “Peki sana ateş düşürücü vereceğim. Sakine’yi iyi bir şekilde giydirmen lazım. Ara sıra mola vermelisin ve ateşini sürekli kontrol edeceksin. Suyunu eksiltme. Gerektiğinde soğuk kompres yapacaksın. Anladın mı Hasan? Bak, bu çok riskli bir iş!”
Hasan derhal hazırlanmaya başladı. Doktorun dediği her şeyi aldı ve atını hazırladı. Sakine'yi sıkı bir şekilde giydirdi. Atını hazırladı ve tüfeğini aldı. Sakine atın üstünde, Hasan'a kısık bir sesle seslendi. Tam duyamıyordu, kulaklarını onun ağzına doğru yaklaştırdı.
“Tevekkül… Tevekkül Hasan” diye işitti, sonra devam etti, “Hatırla… Bakara Suresi 155… hatırla,” dedi ve sustu. Hasan hatırlamaya çalıştı; bu ayeti sık sık Sakine söylerdi.
“Hatırladım,” dedi. Ayet şöyle ifade ediyordu: “Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak sûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!”
Bunun üzerine Hasan ellerini açtı ve içten bir şekilde dua etti:
“Ya Rabbi… Ya Rabbi, ben tüm tedbirleri aldım. Elimden gelen her şeyi yaptım, şimdi sana sığınıyorum. Şu dağlar, rüzgarlar, hatta her kar tanesi senin emrinin altında. Şu an burada ben, karım ve sen varsın Allah’ım. Senden başka hiç kimsemiz yok. Her şey birer sebep, sen ise bu kainatın Sultanı’sın. Sana sığınıyoruz, sen istersen bu dağları yerden bir edip düzlük haline getirirsin Allah’ım. İstersen şu an güneşi tersinden bile doğurursun Allah’ım, senin gücün sonsuzdur. Tüm vahdaniyet senin elinde, Allah'ım.”
Sonra “Ya Allah, Ya Bismillah” diyerek yola koyuldu. Kahvehanede herkes Hasan’ı şaşkınlıkla seyrediyordu. Biri, “Bu bizim Hasan değil mi?” dedi.
Bunu duyan babası Rüstem Bey, hemen yerinden kalkıp camdan dışarı baktı. Hasan, atın ipini tutmuş, Sakine atın üstünde baygın bir şekilde öne doğru uzanmıştı. Rüstem Bey hemen dışarı çıkıp yanlarına bastonuyla hızlı bir şekilde vardı.
“Dur Hasan, nereye gidiyorsun!”
Hasan'ı durdurdu.
“Baba, şehre gidiyorum,” dedi Hasan.
Babası hem şaşkın hem de öfkeli bir şekilde, “Ne şehri oğlum, delirdin mi?
Şehre gitmek için dağı geçmen lazım. Kızıma ne oldu?” dedi. Rüstem Bey, kızının yüzünü tuttu.
“Kızım… Kızım ne oldu sana?” dedi.
Sakine cevap veremiyordu. Titriyordu ve ateşi vardı.
“Baba, fazla vaktim yok. Mecburum gitmeye, yoksa Sakine’nin hayatı tehlikede. Zatürreye yakalandı.”
Hasan, üzgün bir şekilde bakıyordu. Babası perişan ve çaresiz bir durumda kızına bakıyordu, gözleri dolmuştu.
“Ben de geliyorum!” dedi Rüstem Bey.
“Nereye geliyorsun baba? Bu bastonla mı?” dedi Hasan.
İki eliyle kayınbabasının omuzlarını tutarak, “Senin kızın benim de karım, baba. Seni anlıyorum. Biz yalnız değiliz, Allah yanımızda, o bize tüm yolları açacak,” dedi.
Rüstem Bey, çaresiz bir şekilde başını salladı. “Peki, git!” dedi.
Hasan gitmeden önce, “Hakkını helal et baba,” dedi.
“Varsa helal olsun evlat,” dedi ve kolunu sıkıca tuttu.
Hasan, atına baktı; asil duruşuyla o da hazır bir vaziyetteydi. Etraflarındaki dağ, tehditkar bir sessizlikle onları bekliyordu. Sanki dağın kendisi, yolculuklarının ne denli tehlikeli olduğunu biliyor gibiydi.
Hasan, atının dizginlerini sıkarak, “Karakaçan, Allah’ın izniyle yolculuğa başlıyoruz, hadi Ya Allah Bismillah” dedi.
Hasan, atının yanında yürümeye başladı, her adımı bir öncekinden daha ağır ve kararlıydı. Ayakları karlara gömülürken, her adımda buz gibi soğuğu iliklerinde hissediyordu. Dağın yankıları arasında kaybolan fısıltılar, ona bu yolculuğun son derece tehlikeli olduğunu hatırlatıyordu.
Yavaş yavaş yokuşlar başlıyordu. Kar fırtınası şiddetini arttırmıştı ama Hasan, Sakine’nin hayatı için her zorluğa göğüs germeye kararlıydı. Sakine’nin yanında olup onu koruyarak, Allah’a sığınarak, bu zorlu yolculuğu tamamlamaya çalışacaktı.
Gözlerini kısarak, kar fırtınasının arasında güçlükle görünen patikayı inceledi. Dağ, devasa bir canavar gibi önlerinde uzanıyordu, karanlık gölgeleri ve keskin uçurumlarıyla. Her adımda, karın altında gizlenen tehlikeler onları bekliyor olabilirdi. Ayakları karlara gömülürken, her adımda buz gibi soğuğu iliklerinde hissediyordu.
Sakine'nin durumunu kontrol etti. Baygın halde atın üstünde yatan karısı, her nefeste zorluk çekiyordu. Gözlerini bir an olsun Sakine'den ayırmadan, etrafı kollamaya devam etti. Gözleri kar fırtınasının içindeki olası tehditleri arıyordu.
Dağın derinliklerinden gelen uğultuyu dinliyordu. Bu, sıradan bir yolculuk değildi; belki birçok imtihan onları bekliyordu.
Bir an için, Hasan'ın aklına rüyasında gördüğü kurt ve aslan geldi. Bu yolculukta karşılaşacakları tehlikelerin bir habercisi miydi?
Gözlerini sıkıca kapatıp, derin bir nefes aldı; tek sığınağı Allah'a olan inancıydı. Bir süre mola verdi. Çadırını kurup Sakine’nin ellerini ve ayaklarını ovaladı. Su içirip biraz sıvı yemek verdi.
Ellerini öpüp, “Dayan gülüm... dayan kır çiçeğim,” dedi.
Hasan, tekrar yola koyuldu. Bir süre ilerledikten sonra, nihayet eski bir köprüye ulaştı. Bu köprü, yılların yıprattığı, tahtadan yapılmış, tehlikeli görünümlü bir geçitti. Başka bir seçenek yoktu; mutlaka karşıya geçmeleri gerekiyordu. Aşağıya baktığında, derinlerde şiddetle akan bir nehir ve keskin kayalar gördü. Eğer köprüde bir aksilik olursa, düşmeleri halinde paramparça olabileceklerini biliyordu. Köprü, yerden çok yüksekteydi ve en ufak bir hata felaketle sonuçlanabilirdi.
Hasan, derin bir nefes aldı ve atının dizginlerini sıkıca tutarak, "Ya Allah Ya Bismillah," dedi.
Her adımda tahtaların altında inleyen köprünün sesi, kalbinin hızla atmasına sebep oluyordu. Kar fırtınası etraflarında uğuldayarak geçerken, Hasan her adımında Sakine’nin hayatını düşünüyordu. Gözlerini ileriye dikmiş, kararlı bir şekilde köprüyü geçmeye başladı. Adrenalin damarlarında akarken, her an bir tehlikenin onları beklediğini hissediyordu. Ancak, inancı ve Sakine’yi koruma kararlılığı, onu ileriye taşıyordu. Hasan, dikkatlice ilerlerken birden altındaki tahtalardan biri çatırdayarak kırıldı. At bir an ürperip geriye çekildi. Hasan, hızla dizginleri çekip atı sakinleştirmeye çalıştı.
“Sakin ol, Karakaçan,” diye fısıldadı.
“Birlikte başaracağız.” Atın gözlerindeki korkuyu gördü ama geri adım atmadan ilerlemeye karar verdi. Derin bir nefes aldı, dizginleri daha sıkı tutarak atın yanına yaklaştı. Atın yanına yanaşıp onu sakinleştirici sözlerle rahatlattı.
Bir kez daha “Ya Allah Ya Bismillah” diyerek, adım adım köprünün geri kalanını geçmeye başladı. Her adımında dikkatli, her hareketinde temkinliydi.
Tahtaların altındaki inlemeler kulaklarına gelirken, kar fırtınası etrafında uğuldamaya devam ediyordu. Hasan, kalbinin atışlarını kontrol etmeye çalışarak adım adım ilerledi.
Nihayet, köprünün sonuna geldiklerinde, derin bir nefes aldı ve Sakine'ye dönüp bir kez daha kontrol etti. Güvenle karşıya geçtiklerinde, Hasan, atını okşayarak, "Aferin Karakaçan, başardık," diye fısıldadı.
Yüreğinde hissettiği korku yerini kısa süreli bir rahatlamaya bırakmıştı, ama yolculukları henüz bitmemişti. Kararlılıkla yollarına devam ettiler.
Akşam yaklaşmıştı. Hasan, yol kenarında küçük bir mağara fark etti. Burası, geceyi geçirmeleri için ideal bir yerdi. Hemen mağaraya doğru yöneldi. Mağaranın içine girer girmez, içeriye bakarak güvenli olup olmadığını kontrol etti. Gözlerine gelen zayıf ışık, mağaranın boş olduğunu gösteriyordu.
Sakine'yi dikkatlice atın üzerinden indirip mağaranın içine taşıdı. Hemen birkaç odun toplayarak ateş yaktı. Ateşin ısısıyla mağara yavaşça ısınmaya başladı. Sakine’yi battaniyelerle sardı. Kendisi de ateşin yanına oturup ellerini ovuşturdu, içini ısıttı. Ateşin ısısıyla mağara hızla ısındı.
Hasan, Sakine'nin ateşini kontrol ederek ona su ve az miktarda yiyecek verdi.
Akşamı mağarada geçirdiler.
Sabaha doğru Hasan yine rüya gördü. Rüyasında, aslan toprağın içine eriyip gidiyor ve kendisi saati taşıyordu. Saat, geriye sayarak pasları gidiyordu ve birden zili çaldı.
Hasan, dışarıdan gelen seslerden uyandı. Dışarıdan atın çığlıkları geliyordu.
Hemen tüfeğini kapıp dışarı fırladı. Gördüğü manzara karşısında dehşete düştü; iki kurt, atlarına saldırıyordu. Tüfeğini doğrulttu ancak kurtlardan biri hızla ona doğru koşmaya başladı. Hasan, tüfeğini hazırlayamadı, mecburen yere attı ve belindeki bıçağı çekti. Kurt üstüne atlarken, Hasan bıçağı doğru bir hamleyle kurdun gövdesine sapladı. Diğer kurt hemen ardından ona saldırdı. Hasan kendini yere attı, hızla tabancasını çekti ve yerde doğrulup nişan alarak kurdu vurdu. Her iki kurt da yere yığıldı.
Hasan, derin bir nefes alarak etrafı kontrol etti, tehlike geçmişti.Ama Karakaçan çok kötü yaralanmıştı. Arka sol bacağını ve önden sağ bacağını feci bir şekilde parçalamışlardı. Yerde acı çekerek uzanıyordu. Kendisi ne yapacağını bilmiyordu.
Karakaçan onun için çok özeldi. Ama onu bu karda bıraksa dayanamaz, daha fazla acı çekerek ölürdü ya da başka hayvanlara yem olurdu. Her iki ihtimalde de acı çekerek can verirdi. Hasan dizlerinin üstüne çöktü ve atının başını okşadı. Karakaçan'ın gözlerinden yaşlar akıyordu; sanki sonun yaklaştığını hissediyordu.
"Karakaçan..." dedi titreyerek, gözleri dolmuştu.
Yeniden fısıldadı, "Karakaçanım... Seni burada bırakırsam kurtlara, çakallara yem olacaksın. Ben buna dayanamam. Bu halde de seni götüremem," dedi.
Başını atının başına yasladı. Onunla geçirdiği güzel günler gözlerinin önüne geldi; küçüklüğünü ve kırda onun üzerinde koşturduğu günleri hatırladı. Belki de hayatındaki en zor anlardan biriydi bu.
Karakaçan'ın gözlerini kapattı, silahını alıp nişan aldı ve Karakaçan'ı vurdu. Sanki o vuruş kalbine isabet etmişti.
Derin bir üzüntüyle mağaraya geri döndü Şehre az bir yol kalmıştı ama Hasan bitkin ve yorgundu. Artık Karakacan yoktu. Ne olursa olsun Sakine'yi şehre, doktora yetiştirmeliydi, gerekirse karısını sırtında taşıyacaktı. Hasan, birkaç eşyayı geride bıraktı.
Sakine'ye seslendi:
“Sakinem, seni sırtıma alacağım. Beni tutmaya çalış, tamam mı? Elinden geldiği kadar sıkı tutmaya çalış, az kaldı, neredeyse vardık.”
Hasan, Sakine'yi sırtına aldı ve Sakine, tüm gücüyle Hasan'a sarıldı, titriyordu.
Sonra yola koyuldular.
Hasan'ın geçmişten bir hatırası aklına geldi. Küçükken yine Sakine'nin ayağını incittiği günü anımsadı, onu sırtında eve taşımıştı.
Hasan, güçsüz ayaklarıyla karın içinde yürürken her adımda zorlanıyordu ama sürekli dua ediyordu: “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyul azim (Güç ve kuvvet ancak yüce ve büyük olan Allah'a aittir).”
Sonra da "Ya Allah Ya Bismillah". Bütün gücünü bu dualardan alıyordu.
Hasan, şehre doğru yaklaştı, artık evler görünüyordu. İlerideki insanlar Hasan'ı fark edip ona doğru koştu.
Hasan, artık göremez hale gelmişti, her şey bulanık görünüyordu. Yere çömeldi. İnsanlar ona koşup Sakine'yi sırtından aldılar. Hasan'ın gözleri kapanıp yere yığıldı.
Gözlerini açtığında karşısında hemşire vardı. Gözlerini açtığını görünce doktoru çağırdı.
Hasan telaşla kalktı, Sakine'yi arıyordu.
"Sakine? Sakine nerede? Karım nerede?" dedi, sesi bir aslanın hırlaması gibi güçlü ve öfkeli çıkıyordu.
Doktor odaya girdi, “Telaş edecek bir şey yok kardeşim, şu an hastanedesin. İçerideki eşin gayet iyi durumda, biraz daha gecikseydin her şey çok farklı olabilirdi. Allah'a çok şükür tam zamanında yetişmişsiniz” dedi doktor.
Hasan rahatladı ve geri yattı. Doktor sordu, “Nereden geliyorsunuz?”
“İlkçay Kasabası'ndan” dedi Hasan.
Doktor şaşırdı, “İlkçay Kasabası mı? Ama nasıl... bu karda, kışta nasıl bu şekilde geldiniz?”
“Başka çare yoktu doktor… Tevekkül…” sonra tekrar yorgun bir sesle “Tevekkül” dedi.
Doktor, yatağının baş ucundaki kağıtları inceliyordu. Sonra Hasan'a tebessüm ederek, “Eee, artık şehirde bir müddet misafirsiniz, bu şekilde geri dönemezsiniz. Hem artık daha dikkatli olman lazım. Artık iki değil, üç kişisiniz.”
Hasan'ın gözleri sevinçle doldu, “Nasıl yani?”
“Baba oluyorsun diyorum, baba! Hâlâ anlamadın mı?” dedi gülümseyerek.
“Ben… artık baba mı oluyorum? Gerçekten mi? Ben baba mı olacağım?” dedi biraz sevinçli ve duygusal bir şekilde.
“Evet, artık baba oluyorsun” dedi doktor ve odadan çıktı.
Bir zaman sonra karlar erimişti, artık ilkbahar gelmişti. Sakine ve Hasan kasabaya geri döndüler. Birkaç ay sonra çocukları doğdu ve aileleri genişledi. Bir oğulları olmuştu; adını peygamber ismi olup, iman ve tevekkülün sembolü olan İbrahim koydular. Yani Halil İbrahim'di. Oğlunu kucağına aldığında Hasan ezanını kulağına okudu ve ardından alnından öptü.
"Adın gibi Allah'ın dostu ol oğlum," dedi.
Mutlu bir yuvada, hayatlarını huzur ve neşe içinde sürdürmeye devam ettiler.