Haydar Ağa, kasabanın en zenginlerinden biriydi. Bolca geniş tarlası ve çiftliği vardı. Sokağın adı bile soyadını taşıyordu. Bu yüzden kasabada namı vardı ve herkes ona saygı gösterirdi.
"Ye kürküm ye" misaliydi, yoksa kara kaşları için değildi. İnsanlar bir kişiyi ya Allah için sever ya da kendi nefsi için. Kendi nefsi için seven kişinin mutlaka içinde bir menfaat vardır.
Çiftliğini ve tarlasını sağ kolu Hasan yönetiyordu, bir de Osman vardı; o da genellikle hesaplarla ve siparişlerle uğraşıyordu.
Haydar Ağa, öğle vaktinde tepedeki sandalyesinde oturur, sigarasını içer ve dürbünle işçilerini gözetlerdi. Uzaktan Hasan'ın kendisine doğru telaşla koştuğunu gördü. Elinde bir kâğıt vardı ve aceleyle geliyordu.
"Ağam, ağam!" diye telaşla sesleniyordu Hasan.
Haydar Ağa sigarasını yere atıp üzerine bastı.
"Ne oldu Hasan, bu telaş nedir?"
Hasan koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Derken kendini toparladı.
"Ağam, sipariş geldi, çok acil!"
Haydar Ağa, kâğıdı Hasan'ın elinden alıp incelemeye başladı. Siparişteki rakamlar çok yüksekti ve en kötüsü verilen süre çok kısaydı.
"Bu nedir Hasan Bey, bunu nasıl yetiştiririz? İki gün süre vermişler! Çıldırmışlar mı bu adamlar, bu acele ne böyle!"
Haydar Ağa şapkasını çıkarıp bezle alnını sildi, sonra yeniden kâğıda baktı. Sonra tarlaya ve işçilere baktı. Derin bir düşünceden sonra kararını verdi.
"Derhal işçilere söyle, bugün molaları kısaltacağız, saatleri de uzatacağız. Yarın da erkenden başlayacağız. Kasabaya git ve ek adam toparla, gerekirse fiyatı yükselt ama boş dönme! Bu işi bu tarihte bitirmeliyiz, aksi takdirde ürünleri rakiplerimizden alırlar, buna fırsat veremeyiz. Hadi, fırla ne duruyorsun Hasan!"
Hasan başını sallayıp gitti. İşçilere durumu iletince tempoları hızlanmaya başladı. Günün sonunda Haydar Ağa yine dürbünle işçileri izliyordu. Sonra bir de ne görsün, adamın biri namaz kılıyordu. Dürbünün ayarını değiştirip görüntüyü yakınlaştırdı.
"Bu bizim İbrahim değil mi? Ne yapıyor bu adam!"
Yüzü kıpkırmızı oldu, hemen atına binip İbrahim'in yanına doğru gitti. Yanına vardığında at kafasını sallıyordu, ne yaptıysa daha fazla yaklaşamadı. Derken dizginleri çekerek atı durdurdu. İbrahim namazını bitirince atından indi ve öfkeli bir şekilde ona yaklaştı.
"Sen ne yaptığını sanıyorsun?"
İbrahim sakince namazını katlayarak cevap verdi:
"Namazımı kılıyordum Haydar Bey."
"Onu görüyoruz herhalde! Talimatları duymadın mı? Molaları kısaltıyoruz, öyle başıboş istediğin vakitte mola veremezsin!" dedi.
İbrahim cevaben, "Evet, duydum ama Cenab-ı Allah'ın da bir talimatı var Haydar Bey. Bizim talimatımız, O'nun talimatının yanında nedir ki?"
Bu cevaba karşı Haydar Ağa daha da öfkelendi.
"Sen ne diyorsun İbrahim! Benim çiftliğimde çalışıyorsun ve benim talimatlarıma uyacaksın. Aksi takdirde hesap defterimi çıkarıp senin yevmiyenden keserim, gerekirse ödemez hatta seni işten atarım."
"Haydar Bey, senin hesapların varsa Allah'ın da bir hesabı var. Bak şu çiftliğe; gün gelecek, bu çiftlikler belki miras olarak çocuklarına kalacak. Onlar da bu işi yürütürler ya da satıp keyfini sürerler. Nice padişahlar ve ağalar geldi geçti bu fani dünyadan. Sen de, ben de tıpkı rüzgarın esintisi gibi gelip geçeceğiz. Yanımızda sadece amel defterimiz kalacak. Biz göremiyoruz ama Kirâmen Kâtibîn melekleri şu an her amelimizi kayıt altına alıyorlar. Hatta beynimiz bile küçük bir Levh-i Mahfuz gibi. İnsan ergenlik çağına geldiğinde namaz ona farz olur ve en büyük hakikattir. Namaz, Allah’a olan iman ve bağlılığın en önemli göstergesidir. Her gün bu kısa dünya hayatının sıkıntılarından bunalmamak için ruhun gıdasıdır. Huzur ve sükûnet verir. Şükür ve teşekkürdür. Allah’ın rahmet kapısını çalmaktır. Nefes yaşamak için ne kadar gerekliyse, namaz da kalbimizin nefes alması için o kadar önemlidir!"
Namazı kılmamak veya terk etmek, şeytana beyaz bayrağı asmak demektir. Bundan daha ötesi yok; mücadele bitmiş, kulluk durmuştur.
Haydar Ağa iyice öfkelenmişti. Kibir ve gurur kalbini kaplamıştı ve İbrahim'in sözleri ona etki etmiyordu.
İbrahim sözlerine devam etti:
"Bak Haydar Bey, şu ileride az önce ağacın altında işçiler hızlı bir şekilde yemeklerini yiyorlardı. Yemeklerini telaşla yediklerinden lokmaları boğazlarından zor geçiyordu. Onların yedikleri yemeğin kırıntıları yere düştü ve kuşlar bu kırıntıları bekliyordu. Kaderde bu kırıntıların hangi kuşa nasip olacağı yazılmıştı. Onların rızıklarını hazırlayan ve gayri sıfatlarla bilinen El-Rezzak olan Cenab-ı Allah, bizim de rızkımızı ezelde takdir etmiştir. Bizim ne yapacağımızı ezelden biliyor ve ona göre takdir etmiştir, fakat yine de biz seçiyoruz. Tüm çabalarımız ve sebeplere başvurmamız, O’nun önceden bildiği şekilde gerçekleşir ve her şey zamanla düzenle takdir edildiği şekilde akışına göre gider."
Haydar Ağa artık dayanamadı:
"Defol! Seni kovuyorum! Yevmiyeni defterime not ediyorum, git Osman’dan hesabını al. Bir daha da buralara adımını atma! Şimdi yıkıl git karşımdan!"
İbrahim hiçbir şey söylemeden üzülerek çiftliği terk etti. Üzüntüsü işinden olması değildi; onun üzüntüsü, bu sözlerin Haydar Ağa’ya tesir etmemesiydi. Çünkü sözler kulağından kalbine inmedi. Yoksa acaba ufak bir tohum inip de filizlenmesi mi gerekiyordu?
İşçiler akşama kadar çalıştı, herkes yorgun ve bitkin düşmüştü.
O gece Haydar Ağa saatini kurdu. Her sabah saat beşe ayarlardı, ancak bu namaz için değildi. Sabah ezanının sesi henüz vicdanının kapısını çalmıyordu.
Onun başka bir ibadeti vardı, birçokları gibi çalışmak. Halbuki dinimizde çalışmak ibadettir, fakat namaz kıldığın sürece. Her beş vakit namaz arasında yaptığın iş ibadet sayılır ve sevap kazanırsın. Yani 24 saatin ibadetle dolu olur, bundan daha kârlı bir iş olabilir mi?
Hem dünyada kazanıyorsun hem de ahiretini. Ancak iş, ibadetten önce geldiğinde ve unutulduğunda, çalışmak putun olur. Seni Cenab-ı Allah'tan ne alıkoyuyorsa, o senin putundur.
Haydar Ağa uykuya daldı. Bir vakit sonra ahırdan tuhaf sesler geldi. Işığı açtı ve camdan dışarı baktı.
"Halla halla, bu sesler ne böyle? Sanki hayvan sesleri geliyor," dedi.
Yanındaki hanımı uykulu bir şekilde uyandı.
"Ne oldu bey?" diye sordu.
Haydar Ağa şaşkınlıkla baktı; sanki ahırda ışıklar vardı.
"Vallah hanım, sanki ahırdan sesler geliyor ve ışık var gibi görünüyor," dedi.
Hanımı mırıldanarak, "Yat bey, yat," dedi ve tekrar uykuya daldı.
Haydar Ağa dayanamaz ve el fenerini alarak karanlıkta ahıra doğru gider. Ahıra girdiğinde bir de ne görsün; tüm hayvanlar seyirci gibi etrafa toplanmış ve Haydar Ağa'ya bakıyordu. Gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılır ve elindeki fener yere düşer. Ağzı açıkta kalır ve şaşkınlık içinde etrafa bakınır.
Bütün öküzler, inekler, keçiler, kuzular, tavuklar, katırlar, atlar ve çiftlikteki diğer tüm hayvanlar ona bakıyordu. Sanki ahır koca bir mahkemeye dönüşmüştü ve ön tarafta bir horoz hakim gibi oturmuş, yanında da bir tilki vardı. Horoz, hayvanların susması için ötmeye başlar.
Sonra Ağa’ya seslenir:
"İçeriye girebilirsiniz!"
Yavaşça titreyerek içeriye girer. Horoz, ortaya yaklaşıp sandalyeye oturmasını emreder.
"Sayın Haydar Bey, buraya suçlarınız için yargılanmaya çağrıldınız!"
Sesi titreyerek, "Anlamadım, ne yargılanması? Neler oluyor Allah'ım, bu nasıl bir şey, kafayı mı yedim?" der.
Horoz, önündeki kitabı açar.
"Yargıya başlıyoruz."
"Anlamadım, ne yargısı? Ne yaptım, suçum ne?" der.
Horoz tilkiye, "Hesapları çıkar," der.
Tilki, elindeki rulo gibi sarılmış kağıdı yere doğru atar. Kağıt yuvarlanarak Ağa'nın ayağına kadar açılır. Haydar Ağa hiçbir şey anlamamıştır.
"Bu ne?" der.
"Bu senin günahların!"
Tekrar kağıda bakar.
"Bütün günahlarım mı bu? Olamaz!"
Horoz öfkeli bir şekilde:
"Hayır, bu sadece bir çeşit işlediğin günah. Hem de her gün beş kere işlediğin kos koca bir günah!"
Merak eder, acaba nedir bu günah diye.
"Peki nedir bu günah?"
"Bu günahlar, her gün Cenab-ı Allah seni muhatap alıp namaza çağırdığı halde gitmediğin ve umursamadığın namazların günahı." Ağa etrafa bakar, bütün hayvanlar hatta ağaçlar ve bitkiler ona öfkeyle bakıyordur.
"Peki ama neden şikayetçisiniz?" der.
Seyircilerin içinde bir inek, öküze alçak sesle fısıldar:
"Bir de insan oğluna hakaret olarak inek diyorlar! Kurban olsun ineklere!"
Öküz cevap verir: "Ya ben, millete öküz diye hakarette bulunuyorlar."
Arkadan bir eşek seslenir: "Ya ben? Millete eşek diyorlar, bu kadar yük taşıdığım halde!"
Horoz, bu şikayetin nedenini seyircilere tek tek sorar. İlk önce ineklerden başlar:
"Bizim sütümüzü içiyor, onlardan peynir ve yoğurt yapıyor. Hatta kimi zaman kurban olup sofrada yemeye dönüştürülüyoruz, kemiklerimizi ve derilerimizi bile satarak geçimini sağlıyor. Bizler bir inek olarak Cenab-ı Allah'ın bize verdiği görevi yerine getiriyoruz, peki ya o?"
Daha sonra atlar konuşmaya başlar:
"Biz onu üstümüzde bir binek gibi taşıdık, kimi zaman da arkamızda yük taşıdık. Ne için yaratılmışsak onu yerine getirdik!"
Katırlar da aynı cevabı verir. Tavuklar da:
"Her gün yumurtluyoruz, hatta yumurtlamadan önce 'baaak, bak bak baak' diye sesleniyoruz ki gelip Allah'ın mucizesine baksınlar. Yumurtalar nasıl da ambalajlanıyor, tüm dış pisliklerden korunuyor. Ben ne insanların vitaminlerinden anlarım ne de proteinlerinden. Sanki yumurtalar insan oğluna faydasını görmesi için ilaçlanmış. Ben sadece bir sebep olarak fabrika gibi yumurtaları çıkarıyorum, kimi zaman da sofrada pişirilip yemek oluruz. Şikayetçiyiz, biz görevimizi yaptık."
Derken solucanlar seslenir:
"Biz Cenab-ı Allah'ın bize fıtraten verdiği görevde çiftçi gibi çalıştık. Toprakları kazıp tüneller yaparak hava almasını sağladık. Ölü bitki ve hayvan kalıntılarını yiyip sindirerek gübre oluşturduk. Toprağı nemli tuttuk, böylece tüm bitkiler suya daha kolay ulaştı. Sen yukarıda kendini Ağa sanırken bizler toprağın altında esas ağaydık. Kendisi hakkında şikayetçiyiz! Bize verilen fıtratı yerine getirdik, sana verilen elin, ayağın, gözün, dilin ve hatta vücudunun hakkını namazda iade edip verdin mi? Hayır, esas vazifelerini yerine getirmedin!"
Horoz Haydar Ağa’ya bakar:
"Evet Haydar Bey, cevabınız nedir?"
Ne diyeceğini bilemez.
"Peki anladım, hadi siz haklısınız. Ya bu tilki? Onun ne hakkı var? Benim tavuklarımı yedi."
Tilki cevap verir:
"Beni Cenab-ı Allah bir avcı olarak yarattı, ben sadece avlarım. Hem sadece tavuklarını değil, çiftlikteki tüm böcekleri de yiyordum ve böylece dengeleri koruyordum. Tarım alanlarına ve ekosisteme zarar vermelerini önlerim. Kimi zaman tohumları yayar, meyveleri yiyip farklı yerlere dışkımla yayarım. Bazen de leşleri yerim ve böylece etrafı temizlerim, Allah'ın El-Kuddüs ismini temsil ederim. Bunlardan haberin var mıydı? İnsan oğlu, duygularından dolayı evin penceresinden sürekli kötü yönüne bakıp durur, halbuki diğer pencereler de var. Bu kainatta hiçbir şey boş yaratılmamıştır Haydar Bey, her şey orkestra gibi bir düzenle beraber işler. Her birinin bir görevi var ve hepsi de aslında tek bir elden döner, bizler sadece bir ayna gibi hakikati temsil ediyoruz. Düşün, küçücük bir karınca aklı ne kadar olabilir ki, ama ne mucizeler yapıyor öyle değil mi? Bütün hesaplarını not ederken, gözlerini açarak bunları hiç dikkate aldın mı?"
Horoz tekrar Haydar Ağa’ya bakar:
"Şimdi anladın mı?" der.
Tilkiye hesapları çıkarmasını emreder.
Tilki gözlüğünü takar ve hesapları yapmaya başlar:
"Evet… ergenlik çağında 12 yaşında namaz sana farz oldu, şimdi 56 yaşındasın. Günde 5 vakit namaz kılmasan hesap tam…"
Ağa’nın elleri terler ve titriyordu. Tilki hesabını bitirir:
"Tam 80 bin 300 vakit namaz borçlusun!"
Ne diyeceğini bilemez, son söz olarak şunu der:
"Ama… başka bir şey yapmadım. Benim kalbim temiz. Evet, bazen hırçın davranmış olabilirim, ama kimsenin malını çalmadım, kimseye laf atmadım, hatta işçilerime bile bazen maddi yardımda bulundum."
Tilki gözlüğünü çıkarır ve öfkeli bir şekilde bakar:
"Sen hala anlamadın galiba Haydar Bey! Namaz kılmamak günahları biriktirir, zamanla kalbin paslanmasına hatta gün gelir ölmesine bile yeter! Bunları kim ödeyecek Haydar Ağa? Sarı çizmeli Mehmet Ağa mı ödeyecek?"
Tüm hayvanlar bir ağızdan bağırmaya başlar:
"Şikayetçiyiz bu hırsızdan!" diye.
Sonra bir de bakar ki elleri ve ayakları konuşmaya başlar, onlar da aynı şeyi söyler. Ahırdan kaçarcasına koşmaya başlar, karanlıkta ayağı taşa takılır ve yüzüstü yere düşer. Sırtüstü döndüğünde aya bakar:
"Senden şikayetçiyim!" der.
Yer sallanmaya başlar ve toprak bir yüz şekline döner:
"Senden şikayetçiyim!" der ve toprak ikiye ayrılır. Haydar Ağa koca bir çukurun içine düşmemek için tutunmaya çalışır, aşağı baktığında alevler içinde bir ateş görür. Daha fazla tutunamaz ve içine düşer.
Haydar Ağa bağırarak uyanır:
"Allah'ım, Allah'ım, Allah'ım!" der ve tüm vücudunu yoklar.
Hanımı bu olaya şahit olur ve ürperir, onu yatıştırmaya çalışır. Kendine gelir gelmez hemen Hasan’ı çağırır ve İbrahim’in nerede olduğunu sorar. İkisi gidip İbrahim’i bulurlar ve Haydar Ağa özür diler. İbrahim nasihat olarak şunu söyler:
"Allah, Hz. Nuh’a ‘gemi yap’ dedi, o da yaptı. Dünya battı ama o gemi batmadı. Dünya da yıkılsa, Allah’ı dinleyenin gemisi batmaz."
İbrahim, Haydar Ağa’nın ısrarıyla geri döner ve namazlarını her zamanki gibi kılmaya devam eder. Artık molalarda da namaz kılmaz, çünkü Haydar Ağa namaz için özel vakit verir. İbrahim imamlık yapmaya başlar ve arkasında da cemaat olur, Haydar Ağa da onlardan biridir.
Gün gelir, Haydar Ağa artık Hacı Haydar olarak anılır ve tüm kasaba onu bu şekilde tanır. Kasabada birçok hayırlı işte katkıda bulunur. Ne zaman bir tilki görse o geceyi hatırlar, hatta bazen bakar konuşacak mı diye. Bu da ona unutulmaz bir ders olur.