İlyas, geniş ve ferah ofisinde masasının başında oturmuş, önündeki belgeleri dikkatle inceliyordu. İşine yoğunlaşmışken, masadaki telefon çaldı. Ahizeyi kaldırdı ve sekreteri:
"İlyas Bey, sizi görmek isteyen biri var."
İlyas merakla sordu, "Kimmiş o?"
"İsmi Atilla."
İlyas, bu ismi tanımadığını fark ederek, "Atilla mı? Tanımıyorum. Ne istiyormuş?"
Sekreteri, karşı tarafın önemle ısrar ettiğini belirtti, "Önemli bir konuda sizinle görüşmek istediğini söylüyor ve sizi tanıyormuş."
İlyas, bir an düşündükten sonra, "Peki kızım, gelsin bakalım. Odama yönlendir."
Atilla ofise girer girmez, İlyas ayağa kalktı ve ona doğru ilerledi.
"Merhaba İlyas Bey, ben Burhan Bey'in oğluyum," dedi ve tokalaştılar
İlyas, bir an düşündü ama çıkaramadı. Atilla devam etti, "Yaklaşık bir buçuk yıl önce babamla uçak seyahatinde beraberdiniz, orada tanışmıştınız."
İlyas birden hatırladı ve gülümseyerek, "Haa evet evet, şimdi hatırladım.
Hoş geldin, demek sen Burhan'ın oğlusun. Baban nasıl?"
Atilla üzgün bir şekilde, "Sizlere ömür," dedi.
İlyas şok oldu ve derin bir üzüntüyle, "Başın sağ olsun," dedi. "Buyur gel, otur," diye ekledi ve Atilla'yı yanındaki koltuğa yönlendirdi. "Nasıl oldu?" diye sordu.
Atilla içini çekerek, "Babamın kalp sorunu vardı," dedi. "Kalp nakli gerekiyordu ama uygun bir donör bulunamadı."
İlyas, üzgün bir şekilde, "Çok üzüldüm," dedi. "Takdir-i ilahi. İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Şüphesiz biz Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz." Bir an duraksadıktan sonra, "Peki, bugünkü ziyaretinin sebebi nedir Atilla?" diye sordu.
Atilla, cebinden bir mektup çıkararak, "Babamın bir vasiyeti vardı. Bu mektubu size vermemi istedi," dedi.
Mektubu İlyas'a uzattıktan sonra devam etti, "Babam o uçaktan sonra hep sizi bana anlattı. O uçak yolculuğundan sonra çok değişti. Sanki bambaşka bir insan oldu. Hem şirketteki işçilere, hem anneme, hem de çocuklarına davranışları tamamen farklılaştı. Babam benim kahramanım oldu."
Atilla derin bir nefes alarak, "Babam dört elle İslam'a sarıldı, hepsi o uçaktan sonra oldu. O gün uçakta neler oldu İlyas Bey?" diye sordu.
İlyas Bey ayağa kalktı ve camdan dışarıya bakmaya başladı. "Evet, o günü iyi hatırlıyorum. Yağmurlu bir gündü," dedi ve sonra hayaline dalarak o güne geri gitti.
İlyas Bey, birinci sınıf koltuğunda oturmuş, camdan dışarıdaki yağmuru izliyordu ve derin düşüncelere dalmıştı. Dışarıda hafif bir yağmur yağıyordu, uçak henüz hareket etmemişti.
Birden, koridorda beliren bir hareketlilik dikkatini çekti. Burhan Bey, şapşal bir halde, koltuk numarasını bulmaya çalışıyordu. Yüzünde hafif bir panik ifadesi vardı, sanki her an bir yere çarpacakmış gibi etrafa dikkatle bakıyordu. Birkaç yolcudan özür dileyerek ilerledi. "Afedersiniz, pardon," diyerek yolunu bulmaya çalışıyordu.
Nihayet koltuğunu bulan Burhan Bey, derin bir nefes aldı ve rahat bir nefes verdi. Biraz kilolu olması nedeniyle çantalarını yukarıdaki dolaba yerleştirmeye çalışırken zorlanıyordu. Çantalarının ağırlığı ve yerleştirme çabası onu biraz terletmişti. Birkaç kez dolabın kapağını kapatmakta zorlanınca, çevresindekilere mahcup bir şekilde gülümsedi ve yeniden özür diledi. "Çok özür dilerim, biraz yerleştirmem gerekiyor," dedi.
Nihayet, çantalarını düzgünce yerleştirip koltuğuna oturmayı başardı. Rahatlamış bir halde arkasına yaslandı ve derin bir nefes aldı. Uçağın sakin hali, onun da yorgun zihnini bir nebze olsun dinlendirmeye başladı.
Nihayet, çantalarını düzgünce yerleştirip koltuğuna oturmayı başardı. Ancak, yüzündeki endişe hala geçmemişti. Elindeki mendille terlerini silerken, İlyas Bey'in dikkatini çekti.
İlyas Bey, Burhan Bey'in bu halini görünce merakla ona baktı. Burhan Bey, kendisini toparlayarak İlyas Bey'e döndü ve nazik bir şekilde gülümsedi.
"Merhaba, adım Burhan," dedi.
"Benim de adım İlyas," dedi. "Tanıştığımıza memnun oldum."
Burhan etrafa göz gezdirdikten sonra, "Ben GüvenEv İnovasyon şirketinin kurucusuyum," diye tekrarladı.
Sonra merakla sordu, "Siz ne iş yapıyorsunuz?"
İlyas, gülümseyerek cevap verdi, "Bir tekstil fabrikam var. Onu işletiyorum."
Burhan, İlyas'ın yanıtını duyunca ilgisini daha da arttı.
"Ne tür tekstil ürünleri üretiyorsunuz?" diye sordu.
"Fabrikamızda çeşitli türlerde tekstil ürünleri üretiyoruz," dedi.
"Özellikle ev tekstili alanında; perdeler, yatak örtüleri, yastık kılıfları gibi ürünler üretiyoruz. Ayrıca moda sektörüne yönelik kumaşlar ve bazı hazır giyim ürünleri de üretiyoruz."
Burhan, "Haa, çok güzel," dedi. "Peki ya siz?" diye ekledi İlyas.
"Biz de akıllı ev sistemleri, küçük ev otomasyonu kitleri ve güvenlik sistemleri üretiyoruz. Evlerde güvenliği ve konforu artırmak için çeşitli çözümler geliştiriyoruz."
İlyas, bu bilgi karşısında etkilenmişti.
"Gerçekten ilginç," dedi.
"Bu tür teknolojilerle ilgili hep merakım olmuştur. Özellikle güvenlik sistemleri çok önemli."
Burhan başını sallayarak onayladı.
"Evet, özellikle son yıllarda güvenlik sistemlerine olan talep oldukça arttı. İnsanlar evlerinde daha güvende hissetmek istiyorlar ve biz de bu ihtiyacı karşılamak için sürekli yenilikler yapıyoruz."
Burhan ve İlyas, aralarındaki sohbeti derinleştirdikçe zamanın nasıl geçtiğini fark etmediler. Yenilikçi projelerden, iş dünyasındaki zorluklardan ve başarılarından bahsediyorlardı. Konuştukça aralarındaki bağ güçleniyordu.
Bir süre sonra uçak kalkış için hareket etmeye başladı. İlyas, Burhan'ın yüzündeki gerginliği fark etti. Burhan, koltuklarının yanındaki kol dayamalarını sıkıca tutmuş, ter içinde kalmıştı. Elleri titriyor ve nefes alıp verişi hızlanıyordu.
İlyas, endişeyle Burhan'a döndü. "İyi misiniz?" diye sordu.
Burhan, zorlanarak nefes aldı ve "Hayır," dedi. "Uçaktan çok korkuyorum."
İlyas, Burhan'ın bu itirafı karşısında şaşırdı ama onu rahatlatmak için nazik bir şekilde konuşmaya devam etti.
"Anlıyorum, bazen insanlar farklı şeylerden korkabilir. İlk defa mı uçağa biniyorsunuz?" diye sordu.
Burhan, kafasını sallayarak cevap verdi, "Hayır, ama her seferinde aynı korkuyu yaşıyorum. Genellikle araba ile seyahat ederim ama bu sefer acilen uçağa binmem gerekti."
İlyas, Burhan'ın bu durumu karşısında ona biraz daha yakınlaştı ve sakinleştirici bir tonla konuşmaya devam etti.
"Merak etmeyin, uçaklar en güvenli ulaşım araçlarından biridir. Allahın izniyle bu yolculuğunuz da güvenli bir şekilde geçecektir”.
"Teşekkür ederim, sadece konuşmaya devam edelim. Dikkatim dağılırsa daha iyi hissedebilirim," dedi Burhan.
Uçak kalkışa geçmişti. Belirli bir zaman sonra İlyas Bey saatine baktı, öğle vakti geçmek üzereydi. Namaz kılması lazımdı. Hostese nerede namaz kılabileceğini sordu. Hostes ona uygun bir yer gösterdi, İlyas da namazlığını çıkararak belirtilen yere doğru ilerledi.
Burhan, İlyas'ın bu hazırlığını fark etti ve dönüp ona baktı. İlyas namazını kılarken, Burhan onu izliyordu. İlyas'ın huzur içinde ibadet edişi, Burhan'ın kalbinde küçük bir kıvılcım gibi bir şeyler hissetmesine neden oldu. Bu an, Burhan için farklı ve anlamlı bir deneyim olmuştu.
İlyas namazını bitirdikten sonra yerine geri döndü. Burhan, ona doğru eğilerek içtenlikle "Allah kabul etsin," dedi.
İlyas gülümseyerek, "Sağol, teşekkür ederim," diye karşılık verdi.
"Her zaman kılar mısınız böyle? Yani, sonra kılamaz mıydınız? Yanlış anlamayın, sadece merak ettiğim için soruyorum," dedi Burhan, İlyas'a dikkatle bakarak.
İlyas, "Elhamdülillah, her beş vakti Allahın izniyle kılmarız. Aslında havaalanında kılacaktım ama o kadar telaşlıydım ki ancak şimdi fırsat bulabildim. Çok şükür vakti geciktirmedik.
İslam'da, kelime-i şehadetten sonra namaz, ikinci şarttır. Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar; yok, eğer düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar. Namaz, dinin direğidir. Çok önemli bir mesele, hatta bir davadır."
Burhan, İlyas'ın bu sözleri karşısında derin düşüncelere daldı. İlyas'ın bu kadar içten ve ciddi bir şekilde ibadetine bağlı olması onu etkilemişti.
Burhan, "Ben Kur'an okumaya çalıştım ama pek merakımı sarmadı, devam etmedim. Yine de saygı duyuyorum," dedi.
İlyas merakla sordu, "Peki, şimdi neye inanıyorsunuz?"
Burhan iç çekerek, "İnanın, ben de tam olarak bilmiyorum," diye cevap verdi. "Allah'ın varlığına bile hem inanıyor hem de inanmıyor gibiyim. Neticede gözüm görmüyor. Görmediğim şeye inanmakta güçlük çekiyorum."
İlyas, Burhan'ın içtenlikle paylaştığı bu düşünceler karşısında sakin bir şekilde konuşmaya başladı.
"Bu tür düşünceler ve sorgulamalar çok doğal," dedi. "İman, sadece gözle görülenlere değil, hissedilen ve kalple kabul edilen şeylere de dayanır. Herkesin bu konudaki yolculuğu farklıdır ve önemli olan dürüstçe bu sorulara cevap aramaktır."
İlyas devam etti, "Söyleyeceğim hakaret gibi olmasın ama Kur'an, gazete makalesi gibi okunacak bir kitap değildir. Eğer o şekilde başlarsak devamı gelmez. Kur'an, kalbe işlemeli.
Daha önemlisi, Kur'an bir deniz gibidir; tıpkı yüzme bilmeden denize atlayan ve suyun altında nefes almaya çalışan birisi gibi boğulup gidersin.
Belirli bir eğitiminiz olması lazım. Bu hatayı birçok insan yapıyor, hatta bazı ehli sünnet olmayan yani İslam şemsiyesi altında olmayan kollar bu şekilde oluşuyor. Kur'an'ı bu sefer kendi kafalarına göre yorum yapmaya başlıyorlar."
İlyas, Burhan'a bakarak, "Bu neye benzer biliyor musun?" diye sordu.
"Kimya kitabını alıp kendi kafana göre bir kimya icat etmeye benzer. Netice şifa mı, zehir mi belli değil ama kişi şifa yaptığını zannediyor. İşte bizi yıkan bu zanlar oluyor. İslam'da zanna yer yok."
Burhan, İlyas'ın bu sözleri üzerine derin düşüncelere daldı.
"Sanırım dediğin doğru," dedi. "Belki de yanlış yaklaştım ve bu yüzden ilgimi çekmedi."
İlyas devam etti, "Mesela 'görmediğim şeye inanmıyorum' diyorsunuz. Peki, size bir soru soracağım: Siz fabrika sahibisiniz, öyle değil mi?"
Burhan, "Evet," diye onayladı.
İlyas, "Peki," dedi. "Farz edelim ki fabrikanıza girdim ve etrafa baktım, kimseyi görmedim. Bana biri dese ki 'Burası Burhan diye bir şahsın fabrikası.' Ben de 'Gözüm böyle bir şahsı görmedi, ben inanmıyorum. Burası kimseye ait değil, kendiliğinden oldu.' desem mantıklı olur mu?"
Burhan gülerek, "Elbette olmaz," dedi.
İlyas devam etti, "Bir şeyin yokluğu, onun var olamayacağı anlamına gelmez. Havayı da görmüyoruz ama onu soluyoruz. Elektriği görmüyoruz ama onun varlığını sonuçlarıyla anlıyoruz. Mesela siz elektronikle uğraşıyorsunuz, bunu bilmelisiniz. İnsan gözü, elektromanyetik spektrumun belirli bir aralığını algılayabilir. Bu aralık, 'görünür ışık' olarak adlandırılır ve yaklaşık olarak 400 ila 700 nanometre (nm) dalga boyları arasındadır. Kızılötesi (infrared) ışık 700 nm'nin üzerindeki dalga boylarına sahiptir, insan gözü bunu göremez. Mor ötesi (ultraviyole) ışık ise 400 nm'nin altındaki dalga boylarına sahiptir, insan gözü bunu da göremez. Ancak bazı hayvanlar kızılötesi ve mor ötesi ışığı algılayabilirler. Bu saydıklarımız onların var olmadığını göstermez, sadece biz onları göremiyoruz."
İlyas yine devam etti, "Peki, bu dünya fabrikasına ne demeli? Bakın, siz yoktunuz, sonra bir pis sudan ana rahmine düştünüz. Orada, anne karnında yoğrulup şekillendirildiniz. Öyle donatıldınız ki bu dünya için kullanışlı cihazlarla donatıldınız. Size göz verildi görmek için, dil verildi tatmak için, kulak verildi duymak için, akıl verildi düşünmek için, ayaklar verildi yürümek için, eller verildi iş yapabilmek için. Bunların hepsi anne karnındaki fabrikada oluştu. Kim bu düzeni kurdu?
Her insan evladı farklı, hatta ikizler bile birbirine tamamen benzemez. Bunu anne mi yapıyor? Hayır, o sadece taşıyor ve zahmetlerini çekiyor. Bu yüzden anne hakkı İslam'da çok büyüktür. Peki, anne yapmıyorsa anne karnında sanki makinelerden nakışlanmış gibi nasıl bu çocuk oluşuyor?
Bu dünya fabrikasının da bir yaratıcısı var. Her şeyin bir düzeni, bir planı vardır. Bu düzeni ve planı kuran, her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilen Allah'tır. İnsan sadece taşıyıcı ve aracıdır, ama asıl yaratıcı, her şeyin sahibidir."
Burhan hayallerine daldı. Burhan'ın bir özelliği vardı; küçüklüğünden beri hayalleri çok gerçekçi oluyordu, sanki oradaymış gibi. Hatta öğretmenleri daima sınıfta hayal kurduğuna dair annesine ve babasına şikayet ederlerdi.
Burhan, dünyayı dolaşıp her şeye bir makina gibi bakmaya başladı. Ağaçlara baktı, onlar elma üreten makineler gibiydi. Bulutlara baktı, yere yağmur yağdıran makinelerdi. Toprak fabrikasına baktı, çeşit çeşit ürünler çıkarıyordu.
Burhan hayalinde hava fabrikasını düşündü: Azot, oksijen gibi gazlar bu fabrikada üretiliyor ve karışımı yapılıyordu. En çok tükettiğimiz şey hava. Eğer bunu parayla almak zorunda olsaydık ne yapardık?
Çin'de temiz hava bulamadıkları için yurt dışından tüpler içinde temiz hava alıyorlar, sırf biraz olsun temiz hava ciğerlerine çekebilmek için. Peki, bunun için teşekkür ediyor muyuz?
İlle bir şeyimizi kaybettiğimiz zaman mı hatırlayacağız bunu? Mesela ciğerlerimiz kullanılamaz hale geldiğinde veya kirli hava olan bir yerde yaşamak zorunda kaldığımızda mı?
Sonra kendine baktı, kendisi de bir fabrika gibiydi. Yüzündeki deriden tüyler çıkıyordu, bunlar her biri bir fabrika gibiydi. Kalbi sürekli kan pompalıyordu, bu da bir fabrika gibiydi. Her şey yokluktan var oluyordu, her bir fabrikadan.
Başlangıçta bu fabrikaların isimleri bulanıktı, ancak Burhan dikkatle bakmaya başladığında hepsinin aynı isme ait olduğunu fark etti. Hepsinin üzerinde Allah yazıyordu.
Sonra Burhan birkaç saksıyı düşünmeye başladı. Her saksıda toprak vardı ama hepsi farklı bir şey üretiyordu.
Kimisi gül, kimisi elma, kimisi portakal yetiştiriyordu. Hepsi bir çekirdekten çıkıyordu, tıpkı bir insanın özü gibi. İnsan da bir çekirdek gibiydi. Bir çekirdekten farklı tatlar veriliyor, insana şifa verecek maddeler bulunuyor, onlara renkler veriliyor, büyüklükleri ve ölçüleri ona göre hazırlanıyor, ambalajlanması bile düşünülüyordu.
Bunun için koca bir fabrika, mühendisler ve ekipler gerekliydi.
Burhan'ın gözünün önünde birden saksı ikiye ayrılıp açıldı ve içindeki minyatür insanları bir fabrika gibi izledi. Kimisi boya işleriyle uğraşıyordu, kimisi kimyasallarla, kimisi ölçülerle uğraşıyordu. Onları planlayan birileri vardı, sonra bir de düzenleyen işçiler vardı. Her şey planlı ve düzenliydi, her biri belirli bir görevle meşguldü.
Burhan, bu düzeni ve planı görünce hayran kaldı. "Bu, sadece tesadüf olamaz," diye düşündü.
"Her şeyin bir düzeni ve planı var. Tıpkı bu saksıdaki minyatür insanlar gibi, her şeyin arkasında bir düzenleyici ve yaratıcı var."
İlyas, "Seni bayağı düşünceli gördüm," dedi. "Sanırım derin bir hayallere daldın. Bu da bir mucize; bak kim bilir nereleri dolaşıp geldin.
Bunların hepsi beyin fabrikasında oluştu. Ama yine de düşünülecek bir soru var: Sadece böyle bir et parçasından bunların oluşması mümkün mü? Yoksa yine gözle görülmeyen, bilinmeyen bir güç mü var? Birkaç saniyede neler yaşadın ve geri geldin."
Burhan'ın nefsi bundan hoşlanmıyordu. "Bu kadar iş sahibiyim, kazançlarım nasıl olacak?" diye düşündü.
"İslam gericiliktir, nasıl ilerleyeceğiz?" gibi sözler söylüyordu kendine.
Sonra İlyas'a dönüp, "İslam'la yeni çağa ayak uydurabilir miyiz, ilerleyebilir miyiz?
Bilim adamları Müslüman değil. Hem böyle insan gelişip tam bir iş sahibi olamaz ki. Sizi bilmiyorum, nasıl yapıyorsunuz?
Bu dünyada para konuşur, paran varsa güç sahibisin," dedi.
"Para konuşur" diyorsun, bak sana ünlü Amerikan iş adamı Howard Hughes'un hikayesini anlatayım:
Howard Hughes, Amerikalı işadamı, film yapımcısı ve havacılık öncüsüydü. İnanılmaz bir servete sahipti. Ancak hayatının son yıllarında, aşırı takıntıları ve paranoyaları nedeniyle tamamen izole bir şekilde yaşadı. Hijyen takıntısı ve sosyal izolasyonu nedeniyle sağlığı bozuldu ve trajik bir şekilde öldü.
Buna benzer nice gerçek hikayeler var. Hatta Kur'an'da Karun anlatılır. İşte Karun'un kıssası:Karun, Musa'nın kavminden çok zengin ve kibirli bir adamdı. Servetini Allah'ın değil, kendi bilgisiyle kazandığını iddia ederek böbürlendi. Allah, Karun'u ve hazinelerini yerin dibine geçirerek onu cezalandırdı.
İlyas devam etti, "İslam çağa uymaz, çağ İslam'a uyar. Tabii ki her çağda gelişim olacak ve bizler de helal dairesinde bunlara uyacağız.
Allah'ın verdiği sınırlarla ve O'nun helal dairesi çok geniştir. Neden harama bulaşalım ki?
İslam'ın gericilik olduğunu söylüyorsunuz, Kur'an'ın ilk ayetinin 'Oku' ile başladığını biliyor musunuz? Okudum diyordunuz ama anlamamışsınız."
"Aynı zamanda Kur'an bilime çok büyük önem verir.
Hatta alimlerimizden biri der ki, 'İlimsiz din topal, dinsiz ilim kördür.' Kur'an'da astronomi, kimya, fizik gibi konular vardır.
Size bilim adamlarından birkaç kişiyi sayayım: İbn Sina (Avicenna), El-Harizmi, İbn Rüşd (Averroes), El-Birun ve İbn Haldun
İslam gericilik değil, ilerleyici bir dindir," dedi İlyas.
Tabii ki, bunlar batılı ülkelerde pek dile getirilmez, hatta bizler bile kendi ülkemizde kaç tanesini biliyoruz?
Bizler sadece Einstein ve Newton'u biliriz. Bilimle ilerlerken geriye gittik, şimdi ancak kendimizle uğraşır hale geldik.
Merhum Necip Fazıl'ın çok güzel bir sözü var: ‘Elin oğlu okur, atomu böler. Bizimkiler okur, milleti böler’.”
Gine devam etti, “Hatta ilk insan ve peygamber olan Hz. Adem'e ziraat ve tarım bilgisi verildi. Cenab-ı Allah, insanları çalışmayı ve öğrenmeyi teşvik etmiş ve emretmiştir.
Bu nedenle, İslam, bilimi ve gelişimi destekleyen bir dindir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Bedir Savaşı'ndan sonra yakalanan esirlerden fidye ödeyemeyenlerin, on Müslüman'a okuma yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmalarını emretmişti. Bu, İslam'ın eğitime ve bilgiye verdiği önemi gösterir”
Burhan dedi, "Peki, İslam o zaman barbar bir din mi? Mesela savaş dediniz."
İlyas, sakin bir şekilde cevapladı, "Hayır, İslam barbar bir din değildir. Savaş, sadece zorunlu durumlarda ve savunma amacıyla yapılır. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) zamanında bile savaşların çoğu savunma amaçlıydı.
Ayrıca, İslam savaşın bile belirli kurallara göre yapılmasını emreder. Mesela, kadınlara, çocuklara ve yaşlılara dokunulmaz, meyve veren ağaçlar kesilmez.”
İlyas bir an durduktan sonra ekledi, "Tarihte başka dinlerin barbarlıklarına örnek verebilirim. Mesela, Haçlı Seferleri sırasında Hristiyan orduları, Müslüman ve Yahudi sivilleri acımasızca katletmişlerdir.
Hinduizm'de ise zaman zaman kast sistemine bağlı olarak alt sınıflara yönelik ciddi ayrımcılıklar ve şiddet olayları yaşanmıştır. Bu tür olaylar, dinlerin yanlış yorumlanması ve uygulanmasından kaynaklanır, bu yüzden İslam'ın barış ve adalete dayalı gerçek öğretilerini anlamak önemlidir."
İlyas dedi, "Hatta şu an, şu zamanda bile dünyada en çok şiddet gören yine Müslümanlardır. Bu kadar sayımız olmasına rağmen hiçbir şey yapamıyoruz çünkü iman gücümüz yok.
Farkındaysanız para veya asker demedim, iman dedim. Bakın, tarihten çok güzel bir ders çıkarabiliriz. Bedir Savaşı'nda Cenab-ı Allah'ın yardımıyla sayımız çok az olmasına rağmen, Allah'ın itaatimize karşılık yardımıyla galip geldik."
İlyas devam etti, "Bir de Uhud Savaşı'nı düşünelim. Bu savaşta neden kaybettiğimizi biliyor musun? Peygamber Efendimiz (s.a.v.), okçulara 'Dağı terk etmeyin' diye emir vermişti. Ancak, savaşın ilerleyen safhalarında bazı okçular ganimetleri toplamaya gittiler. Bu disiplinsizlik ve emre itaatsizlik, savaşın kaybedilmesine neden oldu.
Uhud Savaşı bize, Allah'ın emirlerine ve Peygamberimizin talimatlarına uymanın önemini gösterir. Eğer disiplin ve itaat olmazsa, ne kadar güçlü ve kalabalık olursak olalım, başarıya ulaşamayız."
Burhan, "Demek ki, iman gücü ve itaat, gerçekten de toplumların başarısında kilit rol oynuyor," dedi
İlyas, "Kesinlikle. Ve bu sadece savaşlarda değil, hayatın her alanında geçerlidir. İşimizde, ailemizde, topluluklarımızda; eğer disiplinli, imanlı ve itaatkar olursak, başarıya ulaşmamız daha kolay olur.
Buradan çok büyük bir ders alabiliriz kendimize," dedi İlyas. "Mesela, Cenab-ı Allah o dağı terk edeceğimizi biliyordu. İsteseydi okçuların terk edeceğini bildirebilir ya da arkadan gelen düşmanları yerde bir edebilirdi ama yapmadı.
Çünkü bu olay bize bir dersti. Şu ayeti nasıl anlardık: 'Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşabilesiniz.'
İşte, bugünkü en önemli problemimiz; ufak bir İsrail devleti başına buyruk tüm dünyaya meydan okuyabiliyor ama Müslümanların 'dur' diyecek bir gücü yok."
İlyas devam etti, "Uhud Savaşı'ndan da bir şeyler daha öğrenebiliriz. Kaybettikleri halde imanlarını ve güçlerini kaybetmediler. Evet, emre karşı bazıları itaatsizlik etti ama yine toparlandılar. Bu da onların bir imtihanıydı çünkü inananlarla inanmayanlar böylece belli oldu. Tabii ki Cenab-ı Allah her şeyi biliyor ama bizlere daima bir ders veriyor."
Burhan, İlyas'ın dediklerini düşündü.
Bir suskunluk vardı. Dedikleri akıl tartısında ağır geliyordu ama içindeki bir şey kabullenmek istemiyordu.
İnsanın nefsi itaat istemez, sürekli özgürlük ve ilahlık peşindedir. Emir değil, emir vermeyi sever. Dinlemeyi değil, anlatmayı sever. Sadece kazanmayı değil, en çok kazanmayı, hatta başkasının onun kadar kazanmasını istemez ve daha da ileri giderek hiç kimsenin kazanmasını istemez.
Nefsi doyurmaya çalıştıkça doymasını bilmez. Kötülükten anlamaz, hatta haramlar onun gıdasıdır. Emirler arasından bile kendine uygun olanları seçer, farz olan namazı değil, sünnet olan namazı tercih eder çünkü yerine getirilmesi büyük sevap kazandırıyordu, ancak üstünlük taslamak ve gösteriş yapmak için sünneti istiyordu. İçimizde böyle bir varlık vardır. Bu yüzden nefisle mücadele etmek en büyük cihad olarak sayılmıştır.
İlyas uyuyordu.
Burhan ise tüm İlyas'ın söylediklerini düşünüyordu. Uçak birkaç saat sonra inişe geçecekti. Söylediklerinin etkisini atlatmaya çalışıyordu; evet, bir Allah'ı kabullenmişti ama İslam'ı kabullenmemek için sebepler arıyordu.
Bilerek öksürmeye başladı, İlyas Bey'i uyandırmak için. İlyas Bey gözlerini açtı. Burhan, "Kusura bakmayın, öksürük beni tuttu," dedi.
İlyas Bey, "Sorun değil," dedi.
Burhan Bey devam etti, "Birkaç sorum daha olacak size, eğer bir mahzuru yoksa."
İlyas, Burhan'a baktı. Yüzünde bir endişe vardı, sanki çölde kaybolmuş bir insanın yardım bekler gibi. Susuzdu, suya ihtiyacı vardı; açtı, yemeye ihtiyacı vardı; onu doyuracak imana ihtiyacı vardı. Vücut nasıl ki suyu ve yemeği arıyorsa, aynı şekilde iman da arıyordu. Çünkü iman nurdu, Allah'ın nuru olmadan kalp öksüzdü.
İlyas şimdi ne yapmalıydı? Kısadan kesip uykuya mı gitmeliydi, ümmetin yaptığı gibi yoksa yanındaki imdat diye bağıran, nefsin zincirlerine yakalanmış bir ruha mı yardım etmeliydi?
Elbette yardım etmeliydi çünkü sadece kendi imanımız değil, yanındaki kardeşin de elini tutmak görevimizdi. Hakikati yaşamak ve anlatmaktı görevimiz.
Burhan, "Ben Allah'ın varlığına inandım," dedi. "Ama İslam'a kafam halen yatmıyor. Mesela bir peygamberin varlığına inanmıyorum. Bir de bu savaşların olmasına Cenab-ı Allah neden izin veriyor, sanki var ama burada değilmiş gibi.
Hem sırf maddi yönden de Peygamber iddiasına girebilirdi. Bir de duydum ki küçük bir kızla evlenmiş, nasıl böyle bir şey olabilir?
Hem sen Müslüman doğdun, nereden biliyorsun bu dinin hak din olduğunu?"
Burhan, nefes almadan soru üstüne soru soruyordu. İlyas gözlüğünü taktı, hostesten çay istedi. Burhan'a sordu, "Sen de içer misin?"
"Yok, teşekkür ederim," dedi Burhan. Cevapları sabırsızlıkla bekliyordu.
İlyas dedi ki, "İlk önce olarak, ben Müslüman değildim. Hristiyan bir ailenin çocuğuyum. Ailem hâlâ Hristiyan. Mardin'de doğdum ve Ermeni kökenliyim. Zamanında Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesi, yani 'Teslis' veya 'Kutsal Üçleme' hep kafama takıldı. Bana mantıklı gelmiyordu.
Bir gün Kur'an'ı aldım okudum ama tam anlayamadım. Bu yüzden İslam'a Giriş kitabı aldım. Kitapçı bana hediye olarak küçük Sözler diye bir kitap verdi. Risale-i Nur eserlerinden kısaltılmıştı. Bu, benim daha büyük külliyatı almama sebep oldu.
Okudukça İslam'ın ne kadar güzel bir mücevher olduğunu gördüm ve sadece tek Allah'ı anlatıyordu. En güzel şekilde anlatıyordu.
Mesela Hristiyanlıkta Allah'ı insan gibi düşünürler ama İslam'da Cenab-ı Allah'ı böyle düşüncelerden uzak tutar, onun sıfatlarından düşünmemizi söyler çünkü Cenab-ı Allah yarattığı hiçbir şeye benzemez. Onun sıfatlarını anlamak her şeyi yerine oturtur."
İlyas derin bir nefes aldı ve devam etti, "Eğer ben Müslümanların yaşayışına baksaydım, Müslüman olmazdım. Zaman geldi, bir Müslüman kardeşim beni dolandırdı bile ama bu beni İslam'dan soğutmadı çünkü ben mücevheri gördüm.
İslam kalbinde yoksa bu İslam'ın kusuru değil. Nice insanlar var, Müslüman gibi görünüyor ama içinde iman yok. Bazılarımız da taklit olarak yaşıyoruz. İlimle o taklidi hakiki bir imana çevirmeliyiz."
İlyas, Burhan'a dönerek, "Allaha inanıpta Peygambere veya dine inanmıyorsan, ozaman bunun adı Deizm.
'Hâşâ, tövbe. Cenab-ı Allah dünyayı yaratmış sonra terk etmiş gitmiş' diyorlar. 'Yoksa bu savaşlar, ölümler, yoksulluklar, adaletsizlikler neden olsun?' diyorlar.
İlyas çayını yudumlamaya devam etti ve sözlerine devam etti, "Bakın, fabrikanız var. Kim bilir oraya ne kadar masraf etmişsiniz, öyle değil mi?"
Burhan, "Evet," dedi.
İlyas, "Hiç bu kadar masraf yapıp da fabrikanızı ve içindeki işçileri bırakıp gider misiniz?" diye sordu.
Burhan, "Hayır, olur mu? Bu çılgınlık olur, yani o kadar masraf etmişken neden böyle bir şeyi yapayım," dedi.
"Peki," dedi İlyas, "şu kainata bakın. Dünyayı sadece demiyorum, tüm kainatı düşünün. Sonunu bile bilmediğimiz bu kadar büyük bir kainat, insan için yaratılmışken hiç boşuna ve sebepsiz yaratılmış olabilir mi?
Siz bu fabrikayı bir amaç için kurdunuz ve amacına devam ediyorsunuz. Kainat da bir amaç için kuruldu ve o amaç için devam ediyor."
"Peki nedir o amaç?" dedi Burhan. "Bana sorulmadı, ben dünyaya geldim."
İlyas, "Hayır, sana soruldu, hepimiz emaneti kabul ettik. Dünyaya gelmeden önce, bedenimize yerleştirilmeden, anne rahmine düşmeden önce, hatta tüm insanlık başlamadan önce kabullendik ve emaneti kabul ettik.
Neydi emanet?" dedi.
Burhan, "Neydi?" diye sordu.
İlyas devam etti, "Emanet, Allah'ın bizlere verdiği irade, sorumluluk ve yükümlülüklerdir.
Allah, bu emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etti ama onlar bunu kabul etmedi, bu yükü kaldıramayacaklarını düşündüler. Ancak insan, bu emaneti kabul etti.
Bizler, bu dünyada Allah'ın emirlerine uygun şekilde yaşamak, O'nun rızasını kazanmak ve yeryüzünde adaleti sağlamak için varız. Bu bizim amacımızdır."
Burhan, "Ben hatırlamıyorum böyle bir şeyi," dedi.
İlyas devam etti, "Hatırlamamak hakikati değiştirmez. Nice insanlar var, Alzheimer hastalığı yaşıyorlar ve birçok şeyi unutuyorlar ama yaşadıkları hakikat değişmiyor.
Bizler, yani insanlar, bu dünyanın halifesi olarak gönderildik. Bunun da ispatı, tüm dünyaya bak; hayvanlardan tut tabiatta ne varsa, hatta evrendeki ne varsa hep insana hizmet ediyor.
Mesela bir bal arısını çıkar hayat durma noktasına gelir ama insanı çıkar hayat devam eder.
Hatırlamamızda imtihan içindir. Mesela sen fabrikana işçi alacaksın. En iyi işçiyi imtihandan geçiriyorsun, yazılı olarak diyelim bazı sorular soruyorsun. Hiç açıkça imtihan eder misin? Tabii ki hayır. Veya işçini kameradan izliyorsun, hiç söyler misin 'Ben seni izliyorum' diye? Cenab-ı Allah her şeyi biliyor, kimin ne olacağını da biliyor ama sadece bilmesi değil, adaleti olarak her şeyin yaşanması lazım.
Bu yüzden her şey kayıt ediliyor. Her insanda dört melek var; ikisi insanı korumak için, diğerleri ise yaptıklarını kaydetmek için.
Cenab-ı Allah’ın böyle bir şeye ihtiyacı yok, O her şeyi bilir ama yine de adaleti ve büyüklüğü olarak her şeyi kayıt altına alıyor. Üstelik bunu yapmasına bile gerek yok, isterse her şeyi yok eder ve yeni bir şey başlatır ama O, sözünden asla dönmez.
Çünkü dönen eksik olmuş olurdu, O'nda ise hiç bir eksiklik yoktur. Bu hakikatleri anlamak için de bize bir peygamber, bir rehber lazım.
Gine fabrika misalinden devam edelim mesela senin fabrikan var ve bazı kuralların var. Hatta ücretlerini ona göre veriyorsun. Onlardan bir isteğin var. Bu isteklerini bizzat kendin değil, seni temsil eden birini seçiyorsun ve o kişi gösteriyor, öyle değil mi?
Aynı şekilde, bir işçi dese 'Ben herkesten iyiyim, işimi de kafama göre yapıyorum, patron neden beni cezalandırıp atsın?' dese, bu mantıksız olmaz mı?
Sen o kadar masraf ettin, bir isteğin var ve ona ücret veriyorsun. Başına buyruk hareket etmesi itaatsizlik olmaz mı? O kadar işçinin hakkına haksızlık etmiş olmaz mı? Bu kadar ettiğin masraf da boşa gitmiş olur çünkü o kişi senin isteklerini ve amacını yerine getirmiyor.
Kâinattaki olaylar Allah'ın küllî iradesine göre şekillenir. İnsanların cüz'i iradesi kendi seçimlerinde etkilidir, ancak Allah'ın küllî iradesi her şeyi kapsar ve belirler.
İmtihan dünyasında insanlar hem hayır hem de şerle sınanırlar, bu da özgür iradeleriyle yaptıkları seçimlerle gerçekleşir.
Gece nasıl gündüz oluyorsa, insanın hayatı da, hatta toplumun hayatı da böyledir.
Bir de, bütün bu dünyadaki hatta kainattaki olaylar Cenab-ı Allah'ı bize tanıtıyor, tüm isimlerini bize anlatıyor. Onları da okumak için tekrar bizlere bir rehber lazım."
Burhan, "Yani, hem bireysel hem de toplumsal olarak sürekli bir imtihan içindeyiz," dedi.
"İşte bu yüzden peygamberlere ihtiyacımız var," dedi İlyas. "Ve bizim peygamberimizin hak peygamber olduğunun birçok ispatı var.
Ama sana birkaçını sayayım.
Birincisi, Kur'an'ın kendisi. Kur'an'ın nasıl sönmez bir ışık ve mücevher olduğunu anlayan, onu hak peygamber olarak kabul eder.
İkincisi, İslam yaklaşık 23 senede tamamlandı. Bu sürede cahil, zalim ve hatta kendi çocuğunu bile gömen insanları en merhametli ve bilgili insanlar yaptı.
Kadın hakları yokken kadın hakları geldi, hatta hayvan hakları bile.
Hiçbir şey yokken koca bir imparatorluk kuruldu.
Hâşâ, tövbe, 'deli' diyenler oldu ama böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Zevk düşkünü, mal mülk için yapan diyenler oldu.
Halbuki, Peygamber Efendimiz'e ilk peygamberlik dönemlerinde kendi öz amcaları bütün serveti önüne sermeye çalıştılar. Kadınsa kadın verelim dediler, hem de Mekke'nin en güzel kadınları, servetse Kabe'nin anahtarını verelim dediler ama o, 'Bir elime ay, diğer elime güneş verilse yine davamdan vazgeçmem,' dedi.
Bir de üçüncü olarak, bütün dinlere bak; semavi ve batıl olsun, hiçbirinin takip ettiği kişilerin hakkında ayrıntılı bilgiler yok. Ama Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında binlerce hadis var.
Ne söyledi, nasıl giyindi, bazı durumlarda nasıl tavır aldı gibi ayrıntılı bilgiler var. Bunları kendisi değil, etrafındaki ashab-ı kiram yazdı.
Eğer o, şehvetine düşkün, sadece mal ve mülk peşinde olan bir insan olsaydı, bunlar yazılır mıydı? Bunlar ancak sevgiyle kalpten çıkan mürekkeplerle yazılmıştır. Anlatabiliyor muyum?"
Burhan merakla dinliyordu. İlyas devam etti, "Hz. Ayşe ve Peygamberimizin evliliği ve yaşı konusuna gelince. Bu, birçok İslam düşmanının İslam'a saldırmak için kullandığı ucuz bir yöntem. Bilgisi olmayan insanlar bu bilgiye inanıp gidiyorlar veya zihinleri karışıyor.
Hazreti Ayşe Validemiz, Peygamber Efendimiz ile evlendiğinde en az 17 yaşındaydı. Ayşe annemiz, 'Kendimi bildim bileli anne babamı hep dindar olarak gördüm,' demiştir.
Bu ifade, Hazreti Ayşe'nin peygamberlik geldiğinde en az 5-6 yaşlarında olduğunu gösterir. Çünkü küçük yaşta bir çocuk, ebeveynlerinin dini yaşamını anlayamaz.
Peygamberliğin gelişi 610 yılına denk geldiğinde, Hazreti Ayşe'nin doğumu 605 veya 604 olmalıdır.
Evliliği Hicret'ten sonra 622 yılında olduğuna göre en az 17 yaşındadır.
Ayrıca, Ayşe Validemiz, Hazreti Peygamber ile nişanlanmadan önce Cübeyr adında bir gençle nişanlanmıştı. 6 yaşında nişanlanması rivayetleri, onun ergenliğe girdikten sonraki yaşını ifade eder.
Eski Araplarda, ergenliğe giren kız çocukları için bir merasim yapılır ve yaşları adet gördükten sonra bilinir.
Bu nedenle, Hazreti Ayşe Peygamberimiz ile evlendiğinde en az 17 yaşındaydı.
Birde Hz. Aişe r.a, Peygamberimizi çok severdi. Zulüm gören hiç sever mi? "
Hz. Aişe annemiz, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hadislerini aktaran en önemli sahabelerden biridir. İslam'da çok sayıda hadisin kaynağı olarak kabul edilir. Peygamberimiz (s.a.v.) ile uzun yıllar geçirmiş ve onunla olan yakınlığı nedeniyle hem günlük yaşamla ilgili hem de dini meselelerle ilgili birçok hadisi rivayet etmiştir.
Burhan'ın aklında artık tüm küfür mayınları teker teker etkisiz hale gelmişti. Mayınların bulunduğu topraklara ise inanç tohumları atılmıştı.
Burhan birden "Bir lavaboya gideyim," dedi, kemerini açmaya çalıştı.
Tam o anda, uçak birden düşüşe geçti. Burhan başını ön koltuğa çarptı ve koltuğa düştü. Oksijen maskesi birden indi, hava almaya çalıştı, panikledi.
Uçakta herkes korkmaya başladı. Sonra kemerini taktı. İlyas’a baktı, cebindeki tesbihi çıkarıp tesbihi çekiyordu.
Burhan ölümü düşündü, mallarını sayıyordu tesbih gibi, ama İlyas Allah'ı zikir ediyordu. Dinimiz bize kazanmayı yasaklamıyordu, sadece kalbimize yerleştirmememizi emrediyordu. O anda kalplerde ne varsa onlar çıkıyordu.
Uçak biraz daha türbülansa girip havada boşluğa düşünce, Burhan sadece ölümü düşündü. İlyas ise hâlâ o an Allah ile beraberdi.
Birkaç dakika sonra her şey normale döndü ama Burhan hâlâ nefes alamıyordu. Kendisine oksijen tüpü bağladılar ve uçaktan indikten sonra hastaneye kaldırdılar. İlyas, onu son görüşü olmuştu.
İlyas, Atilla'ya uçakta geçen tüm olayı anlattı. Atilla hem duygulandı hem de çok teşekkür etti kendisine. "Şimdi," dedi, "her şey daha net oldu benim için."
Kendisini yolcu ettikten sonra ofisine geri döndü, koltuğuna oturdu ve mektubu açtı. Mektubu okumaya başladı ve sanki Burhan karşısında oturmuş kendisiyle konuşuyordu.
"Sevgili İlyas Kardeşim,
Uçak seyahatinden sonra hastaneye kaldırıldım ve orada birkaç gün kaldım.
Geceleri söylediklerini hep düşündüm, hatta orada hastalarla birlikte yatınca bana kabir hayatı gibi göründü.
Sürekli düşündüm.
Hastaneden çıktığımda senin gibi ben de okumaya başladım. Doğru insanlarla tanıştım ve İslam'ı kabul ettim.
Tüm hayatım tamamen değişirken bir de baktım ki kalp sorunlarım ortaya çıkmaya başladı. Meğer ilk sorun uçakta oksijen tüpüne bağlanırken bile varmış ama bilmiyordum. Mücadele edip nakil aradım, sebeplere başvurdum ama olmadı. Allah ne takdir etmişse ancak o kadar oluyor, ne eksik ne de fazla.
Bu mektup eline geçtiyse ben hayatta yokum demektir.
Beni gömüp biraz ağlayacaklar, sonra herkes hayatına devam edecek. Cesedim toprakta kurtlara yem olacak, ruhum ise berzah aleminde olacak. Acaba salih olanlar beni karşılayacak mı? Yoksa diğer tarafa düşüp işkence mi çekeceğim, kim bilir.
Neye en çok üzülüyorum biliyor musun? O kadar bana zaman sermayesi verildi ama ben çoğunu boşa harcadım.
Gerçi son nefeste imanlı gidip gitmemek önemli, ama şuna inanıyorum ki samimi bir şekilde, gözyaşı dökerek Cenab-ı Allah'a sığınan ve onun emirlerini yerine getiren samimi bir kulunu o anda yalnız bırakmaz.
Yoksa o anda bile şeytan imanımızı almak için bizden birçok oyun oynayacak. Son nefeste bile imansız gitme ihtimalimiz var.
Cenab-ı Allah'ı tanıyan bu haller gelmeden hazırlık yapar, bir çocuğun babasının karanlıkta elini tutması gibi, hem ölüm anında, hem kabirde, hem de mahşerde ona çok ihtiyacımız var.
Son zamanlarımı hayırlı işlerle geçirmeye çalıştım. Bir hayır vakfı başlattım. Dinimin emirlerini yerine getirmeye çalıştım. Son zamanlarda, hatta şu mektubu bile yazarken çok yorgun düşüyordum ama yine de gayret etmeye çalışıyordum.
Bütün etrafımdaki ilişkileri düzelttim, herkesin hakkını vermeye çalıştım. Ailemle ilişkilerimi düzelttim, belirli bir zaman sonra onlar da İslam'la barışıp kabul ettiler. Biraz zaman aldı ama hep dua ettim. Hidayet Allah'tan, onlar da gayret gösterdiler.
Ahirette durumum ne olacak diye çok düşünüyorum. Cenab-ı Allah beni affedecek mi? Umut (recâ) ve korku (havf) arasında yaşıyorum.
Ne yaparsam yapayım Allah'a layık hiçbir şey yapamam. Sadece onun merhametine sığınmaktan başka bir şeyim yok, işte yaptığım iyilikler ve her şey sadece onun rıza kapısını çalmaktır.
Ömür çok kısaymış İlyas kardeşim. Hesap gününe gelmeden önce yol çok uzunmuş be kardeşim. Keşke şu kısacık ömürde geri kalanlar bunu anlayabilseler.
Cenab-ı Allah sana hayırlı ömürler versin kardeşim. İnşallah imanlı ölmeyi nasip etsin.
Kardeşin, Burhan